12 Eylül iddianamesi üzerine değerlendirmeler:

~ 03.04.2012, Av. Ayhan ERDOĞAN ~

'ya deve ölür, ya deveci ölür ya da ben ölürüm'

12 Eylül iddianamesi ile toplumda yeni bir tartışma başladı. İktidarın ve destekçilerin ifadesine göre 'Faşist darbeciler'i yargılıyorlar. Böylesi bir iddianın dayanakları arasında yer verdikleri maddi vakalara ilişkin tespitlerin yanı sıra yargılamaya dayanak yapılan usul hukuku yönünden de ayrıca bir tartışma yapılmaktadır. Usul yönünden tartışılmasının bir önemi de yargılamanın usul ihlaline karşın yapılıyor olması tespiti karşısında bu yargılamanın politik saiklerininde tartışmaya konu edilmesi gerekliliğidir.

İddianamenin incelenmesine öncelikle usul yönünden yargılamaya konu edilen 'darbe' fiilinin yargılanabilirliğinin yürürlükteki kanunlar açısından mümkün olup olmadığına bakmak gerektiğini düşünmekteyim.

Herkesin bildiği üzere Anayasa, 23/09/1982 tarihinde Danışma Meclisi tarafından, 18/10/1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmiş ve 18/10/1982 tarihinde halk oylamasına sunulmak üzere 20/10/1982 tarihli ve 17844 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. 07/11/1982 tarihinde halk oylaması sonucunda kabul edilmiş ve 2709 sayılı kanun olarak 09/11/1982 tarihli ve 17863 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır.

Dolayısıyla Anayasanın yürürlük tarihi olan 09/11/1982 tarihi aynı zamanda yargılamada usul tartışmalarının temel noktasını oluşturan geçici 15. maddenin de yürürlülük tarihidir. Bu anayasa doğrultusunda 06/12/1983 tarihinde TBMM göreve başlamıştır.

03/10/2001 kabul tarihli, 17/10/2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 34. maddesi ile yürürlükten kaldırılan fıkra metni şöyledir:

“...Bu dönem içinde çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığı iddia edilemez...”

07/05/2010 kabul tarihli, 13/05/2010 tarih ve 27580 (mük.) sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 5982 sayılı Kanunun 24. maddesi ile yürürlükten kaldırılan madde şu şekilde düzenlenmiştir:

“...Geçici Madde 15 - 12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.

Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır...”


Yargılama engelleri üzerine ilk tartışma bu noktadadır. Soruşturma savcısının Anayasayı ihlal suçunun tarihi yönünden değerlendirmesi 27/12/1979 tarihli muhtıranın Başbakan’a ulaştığı 02/01/1980 tarihini baz almıştır. Devamında, 12 Eylül 1980 tarihinde işlenmeye başlanan suç diyerek Anayasayı ihlal suçunun yeniden işlendiğine yer vermekte ve bu suçun temadi ettiğinden bahisle sona ermediğini ifade etmektedir. En önemlisi iddianamede bu suçtaki temadinin “...TBMM'si görevine başlayıncaya kadar Anayasayı ihlal suçu temadi etmiştir. TBMM'si görevine, Başkanlık Divanının oluştuğu 6 Aralık 1983 tarihinde başlamıştır. Buna göre, bu suçun suç tarihi 12/09/1980 ile 06/12/1983 arasıdır...” değerlendirmesine dayanak olarak kullanmıştır.

Soruşturma savcısı, darbecilerin yargılanabilmesindeki usul hukuku yönünden kamuoyunda oluşan tartışmalara cevap olarak ve usule uygunluğu hususunda iddianamesine dayanak olarak, geçici 15. maddenin af kanunu niteliğinde olduğundan bahisle Anayasanın 09/11/1982 yürürlük tarihi olduğunu ve bu tarihten sonraki dönemi işaret eden TBMM Başkanlık Divanının oluşumunun 06/12/1983 tarihinin af kapsamına alınmasının mümkün olmadığında yer vererek şu değerlendirmeyi yapmıştır: “...Bir af kanunun kendisinden sonra yürürlüğe girdikten sonra gerçekleşecek eylemler için uygulanacağını kabul etme imkanı bulunmamaktadır...”

Soruşturma savcısı iddianamesinde suçun 'zaman aşımı' yönünden incelemesini de yaparak, geçici 15. maddedeki düzenlemenin sanıklar hakkında bir yargılama engeli koyduğuna işaret etmektedir. Bu durumu izah için üç hükme atıf yapmaktadır. Birinci olarak eski 765 Sayılı Türk Ceza Kanunun 107. maddesine atıf yapmakta “...Hukuku amme davasının ikamesi mezuniyet veya karar alınmasına yahut diğer bir mercide halli lazım gelen bir meselenin neticesine bağlı bulunduğu takdirde mezuniyet ve kararın alınmasına yahut meselenin halline kadar müruru zaman durur...” hükmüne dayanmaktadır. İkinci olarak Anayasanın 83/3 maddesinde yer alan “...Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez...” hükmüne yer vermektedir. Ve son olarak 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunun 67/1 maddesindeki “...Madde 67 - (1) Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya kanun gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilmiş olan suç faili hakkında bu karar kaldırılıncaya kadar dava zamanaşımı durur...” hükmüne atıf yapmaktadır. Savcı bu üç yasal dayanaktan “... Anayasanın 12/09/2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engeldir...” sonucuna varmaktadır.

Soruşturma savcısı bu değerlendirmesi sonucunda suçun soruşturulması ve kovuşturulmasındaki engelin 'zamanaşımı' ile kesildiğine yer vermekte ve bu değerlendirmesi doğrultusunda suçun zamanaşımı nedeniyle yargılanabilir olduğu iddiasında bulunmaktadır: “... 02/01/1980 ve 12/09/1980 tarihlerinde işlemeye başlamış ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 09/11/1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zaman aşımı süresi 20 yıl olup, 09/11/1982 tarihinde durmuş olan zamanaşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun resmi gazetede yayınlandığı 23/09/2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle İç hukukumuza göre zamanaşımı süresi dolmamıştır...”

SUÇ TARİHİNDE VE HALEN YÜRÜRLÜKTEKİ KANUNLAR AÇISINDAN YARGILAMA ENGELLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Yargılama engelleri yönünden süren tartışma:
Sorumsuzluk hali/zamanaşımı/dokunulmazlık tartışması


Usul yönünden ilk tartışma bu noktadadır. Kamuoyunda bu konuda soruşturma evresinde çok sözler edilmiştir. Yukarıdaki görüşlerin çeşitli kesimlerce dile getirildiği bilinmektedir. Mesele bir yönüyle politik olunca hukukun da çekiştirilebilmesi kolaylaşmaktadır. Kendisi de politik bir malzemeden olan hukuk, bu tür tartışmalarda fikri tercihleri hukuki tercih olarak sunmaya son derece elverişli bir ortam oluşturmaktadır.

Kişisel olarak benim görüşüm Anayasanın geçici 15. maddesinin 'sorumsuzluk hali'ne ilişkin bir düzenleme olması ve bu nedenle pozitif hukuk yönünden meri kanunların bu yargılamaya cevaz vermediği yönündedir. Bu hususta geçici 15. maddeyi 'dokunulmazlık' şeklinde bir değerlendirmeden yola çıkarak yargılama engeli olarak 'zamanaşımı'nı ileri süren soruşturma savcısının kendi metninde yer verdiği Eski Türk Ceza Kanunun 765/107. Maddesi ile Anayasanın 83/3 maddesinin bu duruma uyan bir karşılığı yoktur. Bu yorum zorlama bir yorumdur.

Savcılarımızın son dönemdeki tartışılan iddianamelerine bir yenisinin eklenmesi sonucunu doğuran bu iddianamenin hukuki dayanaktan çok siyasal saiklerle hazırlandığı kanaatindeyim. Öncelikle geçici 15. maddenin lafzından da çok açık bir şekilde anlaşılacağı üzere af kelimesini kullanmadığı gibi dokunulmazlık zırhına ilişkin bir durum da yaratmamaktadır.

Esasen soruşturma savcısı da durumundan pek emin değildir. Ya da birden fazla kişinin katkısını almış olmalıdır. Zira iddianamenin sonuç bölümündeki dayanaklarında, lX Bölüm 1.3'te zamanaşımı değerlendirmesinde bulunmakta ve bu nedenle yargılama engelinin 23/09/2010 tarihinden itibaren kalkmasından bahsetmektedir.

Ancak aynı bölümün 1.5 bölümünde ise bu kere geçici 15. Maddenin içeriğinin TBMM'yi başkanlık divanının oluşumuna kadar olan süreyi de kapsaması nedeniyle bu maddenin bir af kanunu niteliğinde olduğuna dayanmakta ve af kanunlarının gelecek dönemi kapsayamayacağı bu nedenle suçun temadi ettiğine yer vermektedir. İddianamenin bu bölümünde yer verilen şu değerlendirilme, esasen bu metnin bir iddianame metni olmayıp siyasi hesaplaşma üzerinden inşaa edildiğine işaret etmektedir: “...Anayasa'da yer alan madde metninde 'af' tabiri kullanılmamışken, gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde, insanlık su dışı işkence ve kötü muamele gören binlerce mağdurun aleyhine yorum yaparak, düzenlemenin af niteliğinde olduğunu söyleme olanağı yoktur. Bu nedenlerle Anayasa'nın kaldırılan geçici 15. maddesinin af kanunu olarak değerlendirilmeyeceği anlaşılmıştır...”

İddianameler tartışma metinleri değildir. Kamuoyundaki tartışmalara yanıt veren nitelikteki tartışmaları buraya taşımanın hukuki bir anlamı yoktur. Ayrıca soruşturma savcısının geçici 15. maddeyi 'af' niteliğinde görmemesine ilişkin yer verdiği değerlendirmeler, hukuki içerikten yoksundur ve bu mantıkla hiçbir 'af' kanunun bu nitelikler göz önüne alındığında uygulanabilirliği de yoktur.

Herkesin bildiği üzere ülkemizde af kanunlarıyla bir çok adam öldürme ve hatta katliam sanıkları cezaevlerinden çıkmıştır. Dolayısıyla bir af kanunun geçerliliğinin dayanağı 'katilleri serbest bırakma' olamaz. Bu toplumsal yargıya ilişkin bir önerme olup, yargı makamının bu hususu kullanması iddianamesine toplumsal dayanak oluşturma çabasından başkaca bir şey değildir.

Ancak sonuç olarak soruşturma savcısının gerekçesine katılmamakla birlikte geçici 15. maddenin af kanunu niteliğinde olmadığı hususuna bende katılmaktayım.


Soruşturma savcısının 'zamanaşımı'na dayanak yaptığı maddeler ise doğrudan 'dokunulmazlık' bağlamında olup, bu durumda uygulanması mümkün dahi değildir. Zira ortada sanık Ahmet Kenan Evren'in devlet başkanlığı dönemindeki dokunulmazlığa yer vermesi, (ki savcı bu duruma değinmemiştir) 07/11/1983 tarihinden görevi bittiği 9/11/1989 tarihine kadar olan süreyi hesap etmesi ve zamanaşımını bu tarihten başlatması dokunulmazlık dayanağına bir parça zorlama da olsa hukukilik görüntüsü verebilirdi. Ancak bu durumda da her iki sanık açısından yine zamanaşımı dolmuş olmaktadır.

Savcının dayanağı olan Anayasanın 83/3 maddesi ile eski TCK 107’inci maddesi açık olarak yargılama engelinden bahsetmektedir. Üstelik açıkça dokunulmazlık tarif edilerek düzenlenen bu metinleri bu şekilde yorumlamak son dönemde alıştığımız bir biçim olabilir. Ancak bu durum meseleye hukukilik katmayacağı inancındayım.

12 EYLÜL FAŞİST DARBECİLERİ YARGILANAMAZ MI?

Ancak yeni bir kurucu irade tarafından yargılama yapılabilir.
Yukarıda yer verdiğim yargılama engelleri suç tarihinde veya halen yürürlükte olan kanunlar açısından ele alınmıştır. Ancak unutulmaması gereken husus, devrimler, karşı devrimler, faşist cuntalar ya da Hitler gibi seçimle gelen iktidarların ortak yönünün bu durumu izah edebileceğidir. Bu tanımda yer alanların ortak yönleri devleti dönüştürmeleri yani 'Kurucu İrade' olmalarıdır.

Kurucu irade olmak için devrim, darbe ya da karşı devrim yapmak gerekmez. Bu hak yoğun halk desteğiyle etkin olan bir iktidar tarafından da yerine getirilebilir. İddianamenin esas dayanağını bu durum oluşturmaktadır. AKP iktidarını önceki hükümetlerle karıştırmak büyük bir yanlışı içermektedir. Her ne kadar 12 Eylül çocukları gibi görülse de her iktidar öncekinin bağrından yeşerip o dönemi içkinleştirerek gelişir. Bu nedenle Tayyip Erdoğan artık 12 Eylül çocuğu değildir. 12 Eylül dönemini aşan bir ileri hamlenin yürütücüsü olacak bir konuma gelmiştir. Kısaca onu ikinci 12 Eylül’ün lideri, şimdiki kurucu iktidarın başı olarak görmek daha doğru olur.

AKP sadece hükümet değildir. Gerçek anlamıyla iktidar olma yolunda büyük mesafe katetmiş bir yapılanmadır. Uzun bir toplumsal yapılanma sürecinden sonra neoliberal politikaların merkezi güçleriyle ittifak haline geçen geçmiş islami örgütlenmelerin bu yeni yapılanması, çoğunluğun düşündüğü üzere Suudi Arabistan ya da bir İran modeli 'şeriat' hedefleyen bir örgütlenme değildir.

Esasen bu tür bir girişim için ne petrol vardır ne de İran gibi milli antiemperyalist bir anlayış. Model, 12 Eylül faşist cuntası ile başlatılan, 24 Ocak kararlarının sürecini tamamlayıp neo liberal politikalar etrafında ulusal devletlerin dağıtılarak kent devleti modeline geçme ve ulusal orduların güvenlik şirketlerine dönüştürülerek dünyada uluslararası tekellerin sömürüsüne maraza çıkartanların haddini bildirme dönemidir. Buna uygun olarak ordu dönüştürülmekte, iç güvenlik polise devredilmekte ve artık polis bildiğimiz geçmiş dönemin polisi olmaktan çıkıp bir iç savaş örgütü modeline yaklaşmaktadır.

Bu nedenle eski dönemin tasfiyesi anlamında olan bu süreçteki en önemli dava olan Ergenekon davaları esasen bu yeni dönemi idrak etmeyenlerin idrakı, ikna olmayanların iknası sürecidir. Çok da uzun sürmüştür. Zira ikna olmayanlar ikna olmuştur. Sıraya geçmekte, esas duruş çakmaktadır. Sanırım yeni durumu idrak etmeyenler hala olabilir, ancak onların da etkisi kalmamıştır.

Bu süreci anlamayan Nato görevlisi paşalarının yargılamada savunmalarını hukuki bir süreç işlercesine ciddiye almaları şaşırtıcı değildir. Sokağa hiç çıkmamış, halkına yabancı bir Nato ordusunun bağımsızlık isteyen ve kendi bayrağını taşıyan bir genci asmakta beis görmemesi ülkesine bir hizmet olarak algılanamaz. Bu kendi halkına karşı örgütlenmenin ve yabancılaşmanın ifadesinden başkaca bir duruma işaret etmez.

Süreç yeni anayasa ile tamamlanacak ve normale dönecektir. Bu süreç içindeki davaların 'idrak' ve 'ikna' dışında ayrıca siyasal tarih yazma görevini de yerine getirdiğini unutmamak gerekir. Bu durum sadece bu döneme ilişkin değildir. Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal Mahkemelerinin yaptığı da bu günkünden farklı değildir. Esasen her asli kurucu unsur döneme damgasını vururken bunu hukukileştirmek ister. Kaçınılmaz olarak burada yargı öne çıkartılacaktır. Toplumsal iknanın halen vazgeçilmeyen birinci yöntemi yargı üzerinden meşruiyet sağlamaktır. Geçmişte de kullanılmakla birlikte günümüzde etkinliğinin artması yönünden buna ikincisi de eklenmiş ve iktidarların meşruiyeti, medya araçlarıda kullanılarak toplumun manipülasyonu sağlanmak istenmiştir.


12 EYLÜL DARBE SANIKLARININ YARGILANMASI, DÖNEMİN SİYASAL KURUCU İRADESİNİN SİYASAL TARİHİ YENİDEN YAZMASINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR

Gerek yargı gerekse medya işlevsel olarak yeni iktidarın meşruiyetini sağlarken geçmişi de yargılar ve yeniden resmi tarih yazarlar.


12 Eylül iddianamesinin hazırlanması ile yargılama sonucunda ülkemizde bir demokratikleşme muradı ile davranıldığı düşüncesinde olanların davaya müdahil olmasına sözüm bulunmamaktadır.

Ancak bu dava hukuki dayanak ile yapılan bir yargılamayı içermemektedir. Yargılamanın esas dayandığı iddianamenin içeriğine dikkatle baktığınızda görülmektedir. Soruşturma savcısı bu kadar açık ve net olan suçta yargılama engelleri yönünden farklı düşünse bile içerik olarak yazdıklarını izah edebilir durumda değildir.

İddianameye göre liberalizm insanlığın ortak aklının kabul ettiği tek sistemdir

İddianameye göre 'liberalizm ortak aklın kabul ettiği tek sistemdir'. Sosyalizmi düşman gören, antikapitalist bir düşünceyi ortak akla koyamayan, köşe yazısında yer alacak bir düşüncesini savcı iddianameye nasıl koyar ve neden koyar. Müdahil olup da sosyalist olanlar bu durumu nasıl izah edeceklerdir. Halen müdahale düşüncesine toplum baskısı altında kalıp katılan sosyalistler olduğunu düşünmekteyim. Ancak bu durumu baskıyla izah etmek mümkün değildir.
Devrim yapma ve kurucu irade olma iddiasında bulunanların, eleştirdikleri hatta karşıtı oldukları bir başka kurucu iradenin arkasına dizilmek anlamına gelen müdahilliklerinin ileride izah etme imkanından yoksun kalma riskleri vardır.

Müdahil olan sosyalistlerin mutlaka bu duruma uygun bir düşünceleri hazırlıkları vardır. Ancak ben bu yargılamanın hukuki olmaktan ziyade siyasi sonuçları olacağı hususunun gözardı edilmesinin mümkün olmadığını düşünmekteyim. Ayrıca bu yargılama beklenen toplumsal sonuçları itibariyle kısa süreli bir yargılamadır.

Bu yargılama ve yakın tarihte yapılması mümkün olacak olan benzer soruşturmaların hepsi, yakın tarihli düzenlenmek istenen yeni anayasa ile ilgilidir. Bu davalar daha çok siyasi sonuç almakla ilgilidir. Kaldı ki, siyasal iktidar bu sonucu müdahale dilekçeleriyle fazlasıyla almıştır.

Bu tür davalar yargılama sonucunda hükümle sonuç doğurmaz. Ceza hukukundaki 'neticesi harekete bitişik suçlar' kavramı gibidir. Soruşturma ile toplumda tartışmalar başlar, iktidar kendi karşıtlarını dahi bir anda yanına alarak bu soruşturmaya konu açılacak davayı manivela olarak kullanıp bir düzenleme yapar.

Sanıklar 94 yaşları civarındadır. Binlerce müdahillik dilekçesi bulunmakta ve yüzlerce tanık dinletilecek yargılama sürecinin kendi içerisinde onlarca yıla baki bir dava olduğu açıktır. Bu süreç değerlendirilirken 'ya deve ölür, ya deveci ölür Ya da ben ölürüm' fıkrasını hatırlamakta yarar bulunmaktadır.

Kurucu iktidar toplumsal sonucunu hemen aldığı için toplumsal desteğin keyfini çıkartır. Düzenlemelerini yapar ve sonucundan yakınmak durumunda olanları yanında tutması nedeniyle olası eleştirileri de bertaraf etmiş olur.

İDDİANAMENİN ESASINA İLİŞKİN BİRKAÇ NOT

Öncelikle belirtmek gerekir ki, liberalizmin ortak aklın kabul ettiği tek sistem olma teziı iddianamenin tek karşı çıkılacak yönü değildir.

Demokrasinin tarihi ve bu yoldaki alıntılar felsefenin temel ilkeleri düzeyinde kalmış eklektik alıntılar düzeyinde. Belli ki, soruşturma savcısının daha önce bu konularla teması olmamış. Olmayabilir. Bu anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum. Ancak davanın konusu 'demokrasinin türleri ve tarihi' değil ki. Bu mevzuya girildiğinde o zaman mesele hukuki olmaktan çıkmakta. Üstelik bir de acemilik ve konuya hakimiyetin olmaması durumu iddianameyi daha da vahim kılmakta.

Oysa davanın konusu Faşist Cuntanın darbesi. Suça konu fiil darbe olduğuna göre bu suçun belgesi Bayrak Planı olmalıdır. Bu planın darbeyle birlikte yayınlandığı ve darbecilerin suça konu delil niteliğindeki tüm belgelerin Resmi Gazete olarak yayınlandığı ortadadır. Bu suça ilişkin ayrıca sıkıyönetim bildirileri var. Çok uzağa gitmeye gerekte yok, danışma meclisi kararları var. Dahası Danışma Meclisi üyelerinin resen seçilen %30 üyesi haricinde dilekçeyle başvuranlar var. Dilekçe vererek Danışma Meclisi üyesi seçilenlerin durumu da suça iştirak niteliğinde. O halde suçun delili olmadığını iddianame içinde ikrar edilen olaylara niye yer verilmektedir?

Maksat filli araştırmak olmayıp siyasal tarih yazıcılık olunca başlıyoruz Atina demokrasisi dersine. Bir iddianamede demokrasi tartışılması yapılmasını severim. Ancak konu suça ilişkin olmayıp fikri bir alana sirayet etmesi nedeniyle iddianamenin durumu daha da bir tartışılır olmaktadır.

Bu bölümdeki yer verilen yazılar gerçekten günümüzde dikkate alınmış olsa huzurda ne Hopa davası, ne taş atan çocuklar nede parasız eğitim diyenlerin davası kalır. Bu nedenle savcının diğer iddianamelerine ve mahkemelerdeki mütalaalarına bakmak gerekmektedir. Ben iddianamede bu hususlara yer verilmesinin nedenini yine tarih yazıcılığına bağlamaktayım. Meraklısı mutlaka okumalı.

İddianamede yer verilen 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları üzerine yazılanlar yine doğrudan suça konu fiille ilişkili olmayıp geçmişi mezara gömme çabasından kaynaklanmaktadır. Ancak o kadar çok hata vardır ki, ikisine değinelim. Biri 1961 Anayasasında yer verilen demokratik örgütlenmelerin toplum içindeki etkinliği eleştirilmekte ve tümüne bürokrasi denilerek geçiştirilmektedir. Burada MGK benzeri eleştirileri haklı olmakla birlikte genelleme yapılınca sadece bu nokta ele alınmış oluyor. Tabi MGK'ya vurmak uğruna baroların, odaların etkinlikleri güme gidiyor. Üstelik kuvvetler ayrığının zorunlu sonucu olan, ülkemizde kısmen 1961 Anayasası ile hayata geçirilmiş olan yargı bağımsızlığı halk iradesine bürokratik bir müdahale olarak görülmektedir.

Üstelik bu dönemdeki kurucu iradenin yine kendi karşısına dikilen başkaca bir askeri darbe teşebbüsünü yani Talat Aydemir ile Fethi Gürcan'ın idamını değerlendirme içine almaması süreci sadece eleştirme amacını taşıdığına işaret etmektedir.

”12 Eylül darbesi öncesinde meydana gelen önemli terör olayları” başlıklı bölüm

Bu bölüme ‘eski dönemin paramiliter güçlerinin aklanması ve devrimci örgütlerin karalanması bölümü’ demek daha doğru olur. Bu bölümden anlaşılacağı üzere ulusalcıların tasfiyesi nedeniyle yeni dönemde sıranın halen solculuğu sürdürenlere geldiğidir.

İddianamedeki 24 Ocak liberal ekonomik kararlarının ortak aklın ürünüdür tezinin insan aklına yapılmış en büyük saldırı olduğu notunu düşerek devam etmeliyim. Savcının bu tezine göre 'Özel Görevli Mahkemeler' kapitalizmin koruyucu ve kollayıcısı durumundadır. Mahkemenin bu iddianameyi kabul ederken bu gibi hususları düzeltmek için CMK'nın kendilerine verdiği yetkiyi kullanıp iddianameyi iade etmediği ve kabul ettiği gerçeği karşısında mahkemenin de bu teze katıldığını kabul etmek kanun gereğidir.

İddianameye göre MSP Konya mitingi meczuplar tarafından provoke edilmiştir. O halde MSP masumdur. Ülkü Ocakları yöneticileri 24 Ocak Kararlarının hayata geçmesine karşı çıkan solculara teröristlere karşı durmaları yüzünden mağdur olmuşlar. Bu güçler Gladio'nun paramiliter gücü değildir. İddianameye göre Gladio'nun paramiliter güçleri işkence mağdurudur.

İddianamede yer verilen toplumsal olaylar hem eksik hem de yanlı verilmektedir. Özellikle paramiliter güçler iddianamenin konusu yapılmamıştır. 1 Mayıs Taksim mitingine yer verilmekle beraber, Sular İdaresinin üstünden ateş açıldığı yazılmakta ve fakat ateş edenler içinde olduğu bilinen ve kitaplara, makalelere konu olan emniyet müdürünün ismi verilmemektedir.

Keza Kahramanmaraş olaylarının örgütleyicisi konumundaki paramiliter şef konumundaki kişi neredeyse mağdur durumundadır. Mensubu olduğu ülkücülere tezgahı kuran gladio paşasının söylediklerinden her nedense bir sonuç çıkartılmamaktadır. Dahası buraya Elazığ’dan gelen güçlerden bahsedilmektedir. İddianamede yer alan Sivas olaylarında da Elazığ’dan gelenler vardır. Dahası iddianamede yer almayan Madımak yangınında da Elazığ’dan gelen 30 kişilik bir ekipten bahsedilmektedir. Dahası Hırant cinayetindeki istihbarat ve kontrgerilla elemanı denilen Erhan Tuncel de Elazığlı olup ifadesinde dinamit kullanmayı Elazığ’da taşocaklarında öğrendiğine yer vermektedir.

Soruşturma savcısı bunu görmeyebilir, görmek istemeyebilir ama ey Hırant davasının avukatları, ey Sivas davasının avukatları olgular arasında bağ kuracak bir teoriden yoksun musunuz? Hadi şimdi bu hususları düşünmeden, sorgulamadan bu iddianamenin müdahili olun. Neyi, nasıl değiştireceksiniz?

Keza Çorum olayları benzer çarpıtma içindedir. Sivas olayları keza aynı şekilde değerlendirilmektedir. Burada önemli olan husus şudur. Savcı iddianameyi hazırlarken olağan üstü çelişkilere düşmüştür.

Ancak, Balgat, Şentepe, Piyangotepe gibi katliamları, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki Dev-Yol operasyonunda işkencede öldürülenleri anmamış ve onları öldüren polisler herkes tarafından bilinmekteyken görmezden gelmiştir.

ALIN SİZE SİYASAL TARİH YAZMANIN İKRARI

İddianamenin lll.Bölümündeki “müdahale fikrinin ortaya çıkışı” başlıklı bölümde “...12 Eylül öncesi askeri müdahale fikri 1979 yılının Temmuz ayı içerisinde ordunun üst kademesinde açık açık konuşulmaya başlandı...” değerlendirmesi bulunmaktadır. İddianamenin konusu 12 Eylül darbe suçuna ilişkin fiilse, bu fiilin ortaya çıkması ve tasavvurundan önceki Çorum, Sivas, Maraş olaylarına yer vermektedir.

Suça konu fiille ilişkili olmayan bu hususlara neden yer verilmiştir. Açıktır ki, savcı geçmiş tarihi değiştirme, olanları yeniden yazma merakı içindedir. Bu durum bir savcının merakı olarak yorumlanamaz. Bu durum ancak yeni bir kurucu iradenin geçmişi tekrar yazma eylemidir. Bu nedenledir ki, 12 Eylül yargılaması yapılabilinir. Bu yargılama sadece gelecek anayasanın yanına toplumsal güç dizmeyle sınırlı kalmayıp yeni kurucu iradenin siyasal tarihi yeniden yazmasına da aracılık etmektedir.

Son olarak;
Bu iddianamenin can alıcı noktalarından biri Fatsa değerlendirmesidir. 12 Eylül darbecileri kanunun, hukukun dışına çıkmakla ilgili düzenlenen iddianamede, sıkıyönetim bölgesinde olmamasına karşın TSK tarafından Fatsa’ya operasyon düzenlenmesi övülmekte ve bu tür müdahalelerin destekleneceği açıkça yer almaktadır. Yani orduya biçilen görev “sosyalist yapılanmalara kanun ve hukuk tanımadan saldırabilirsin” şeklindedir. İç güvenlik polise devredildiğine göre bu önerme şimdi polis için de geçerlidir. Bu yaklaşımın iddianameye neden konduğu ve mahkemece neden reddedilmediği tartışılmalıdır.

Üstelik Fatsa gerçeğinin İddianamede yer aldığı şekliyle toplumun yanıltılması ve yeni yazılan tarihle solun ülkemizdeki en başarılı yerel yönetiminin tekrarının önlenmesini hedeflenmektedir.

Bu tablo içinde kurucu iktidarın geçmiş siyasi tarih yazmasına ve gelecek anayasa oylamasında toplumu yanına dizme amacına uygun olan ve tarihsel gerçeklikle ve suçla ilişkili olmayan değerlendirmeleri, müdahil dilekçesi sonrasında duruşmalarda düzeltebilecekleri inancında olanlara işlerinin imkansız olduğunu söylemekle yetinmeliyim. Umarım başarırlar. Ancak benim için doğrusu, yukarıda aktardığım gerçeği halka anlatarak bu iddianameye hukukilikten daha önemli bir sonuç olan toplumsal meşruiyet vermemektir.

Av. Ayhan Erdoğan

Av. Ayhan ERDOĞAN | Tüm Yazıları
Hits: 2407