Felaket tellallığı mı, tahmin mi, yoksa öngörü mü?

~ 01.04.2012, Mesut ODMAN ~

Hatırlayanların sayısı doğal olarak azalmışsa da, hâlâ biliniyordur herhalde: Bu “felaket tellallığı” deyimi çok eskidir ve günlük siyasetin içinde bulunup çıkarılmıştır. Mucidinin değilse bile, en çok sevip kullananın, gençlik dönemlerindeki Demirel olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Gerçi yakınlara gelindikçe daha az kullanılır olduğu, hatta neredeyse kullanımdan kaldırıldığı görülmektedir, ama görünüşe aldanmamak gerekir. En çok birkaç yılla anlatılabilecek bir gelecekte, yeniden sürümünün artması şaşırtıcı olmayacaktır.

Tellallık demek haksız bir aşağılama, felaket demek aşırı bir kötümserlik olur mu olmaz mı demeden, ülkemizin çok yakın çevresiyle ilişkilerinin akla getirdiklerinin pek azı, bu yazının geri kalanında söz konusu edilecek.

Bundan böyle, özellikle de Irak’ta başına gelenlerden sonra, ABD’nin ateşin üstünde kıvama gelmiş kestaneleri almak için, bırakalım kendi ellerini ya da bildiğimiz türde maşaları kullanmayı, artık en ileri teknoloji çağında olunduğuna göre, iletkenliği sıfır olan malzemeden yapılmış yahut uzaktan kumanda ile harekete geçirilen maşalar icat edip onları kullanıma sokacağı anlaşılıyor. Çok yakın geçmişte ortaya çıkmış birtakım Amerikan belgelerinde bunun bir tür yeni “doktrin” olarak kabul edildiğine ilişkin güçlü ipuçlarının varlığı görülebiliyordu.

Böyle bir işlev için Türkiye, hiç değilse bazı açılardan, biçilmiş kaftan görünümünde ve nesnel durumunu çok aşan bir heves içindedir. Suriye için ne kadar duyarlı ve eyleme geçmeye hazır olduğunu, sadece söylemleriyle değil epeydir yapıp ettikleriyle de göstermiştir. Bu yazının okunabildiği gün İstanbul’da düzenlenecek dostlar toplantısının “dostlar alışverişte görünsün”den ne kadar farklı olacağı da aynı gün bütünüyle açığa çıkmasa bile, izleyen günlerde, en çok birkaç hafta içinde anlaşılmış olacaktır. Buna karşılık, Amerikan tarafının son havası, kızgın kestanelerden gözünün korktuğu ve ellerine ne kor sıçratacak ne de hatta kül konduracak icatlar üzerinde durduğunu akla getirmektedir.

Kuyruğu dik tutmaya çabalayan büyük patron bu havalardayken, İran konusunda, Erdoğan’ın Kore dönüşü mola vererek gerçekleştirdiği ziyaretteki karşılıklı tutumlar ve soğukluklar bir yanda, petrol alımına ilişkin hiç geciktirilmeyen “emret komutanım” tepkisi bir yanda ve ikisi hemen hemen aynı günde ortaya çıkmıştır. İkisini birlikte değerlendirmekte yarar vardır.

Tahran ziyareti sırasında, daha önceki karşılama ve uğurlamalarda tantanalı kardeşlik gösterilerine alışmış olanlar, bu kez, Ahmedinejat’ın soğukluğunu not etmemiş olamazlar. Önceden kararlaştırılmış ikili görüşmenin son anda ertesi güne bırakılmasına ilişkin olarak ileri sürülen İran cumhurbaşkanının rahatsızlığı gerekçesi de inandırıcı olamayacak kadar sıradandır. Benzer bir durum, Erdoğan ile görüşmesinin ardından, İran’ın “dini lider”inin sözleri için de geçerlidir. “Suriye’de daha fazla Müslüman kanı akmasın”. Söylendiği belirtilen cümle aşağı yukarı böyleydi. Resmi unvanı “dini lider” olan bir devlet yöneticisi için bu sözün, şimdilik girilmek istenmeyen, belki de, girilse bile ortak bir noktaya ulaşılmayacağı bilinen konulardan uzak durmak amacıyla söylenmiş bir savsaklama sözü olduğunu düşünmek gerçekçi olur. Elbette, karşılıklı olarak söylenenler bundan ibaret olmamakla birlikte, açığa vurulması uygun bulunanların bu kadar olduğunu düşünmek de aynı derecede gerçekçidir. “Neden gerçekçi olsun” yollu itirazlar ileri sürecekler için daha birkaç hafta önce İran’ın ikinci düzey sayılabilecek yöneticilerinin, o arada ordu komutanlarının yaptıkları açıklamaların basbayağı sert tonları ve doğrudan konunun özüne yönelen üslupları hatırlatılabilir. Beri yanda, gerek Tahran’da gerek Ankara’ya dönüşünde, Erdoğan’ın da fark edilir bir ikircim içinde bulunduğu ve bunu gizlemekte güçlük çektiği görülmüş olmalıdır. Üstelik, bütün bunlardan hemen sonra ya da aşağı yukarı aynı zaman dilimi içinde, İran’dan petrol alımının yüzde 20 oranında azaltılacağı açıklanmıştır. Açıklanmış ve Amerikan elçisinin, karar veren verdi, daha fazla beklemeyiz dercesine “Türkler artık bir karar vermeli” deyişinin üzerinden sadece bir gün geçmiş bulunduğu için de haberi duyan istisnasız herkes etki-tepki sürecinin ne kadar çabuk başlayıp bittiğini, herhalde, kolayca fark etmiştir.

Buraya kadar yazılanlara bakılarak, felaket tellallığı bunun neresinde, denebilir. Şimdi oraya gelelim. Daha, doğrusu tellalı sokaklara, sokaklara değilse bile, aşağıdaki satırlara salalım!

Türkiye’nin yönetenleri, yakın bir gelecekte, Suriye’ye yönelik ve en az ölçüde de olsa “uluslararası toplum” kararı süsü verilerek yürütülecek bir savaşa ülkemizi de sokarak gençlerimizin yaklaşık bin kilometrelik sınırımız olan bu komşu ülkenin topraklarına giren silahlı güçlerin en azından içinde, belki de başında olmaları kararını verip uygulayabilirler. Süresi ne olursa olsun, hem büyük kayıplara yol açabilecek hem de umulanın çok ötesinde yaygınlaşabilecek bu savaş, bir yandan çeşitli tetikleyicilerle, örneğin, İsrail’in İran’a ani saldırısıyla, yahut Suriye’nin defterinin bir ölçüde dürülmesinin ardından sıranın İran’a gelmesiyle, son birkaç on yılda bölgede yaşananların hepsinden daha çok bir “bölgesel savaş”a dönüşebilir; hatta, yaygınlığını ve şiddetini anlatmak bakımından “bölgesel” nitelemesi bile yetersiz kalabilir. Sonunda, şu anda bu topraklarda yaşayanlarımızın ne kadarının görebileceği belli olmayan bir sonuç olarak, ülkemiz, kullandığı ve henüz kullanamadığı kaynaklarının sarsıcı büyüklükte bir bölümü ile birlikte tek parçalılığını da kaybetmiş duruma gelebilir.

Kuşkusuz, bütün bunlara sıradan tahminler düzeyinde olsun bir ciddiye alınabilirlik katmak bakımından, iktisatçıların aşina oldukları, bir kısmının da pek sevdiği, “ceteris paribus” varsayımı eklenebilir. Başka her şey eşit olduğunda ya da değişmeden kaldığında, eki yapılabilir.

Bu varsayımı boşa çıkarabilecek dış etkenleri bırakıp ülke içine bakacak olursak, elbette, şu anda iktidar açısından ülkenin içi pek çok bakımdan güllük gülistanlık değildir; en iyimser deyişle, sorunludur. Ama, Türkiye ne zaman öyle olmadı ve hangi ülke ne zaman sorunsuz oldu ki! Ayrıca, herkes bilir, içeride sorunlar birikip çözümsüzlükleri açık seçik görülür oldukça, milli birlik ve beraberliği dayatmanın en sağlam olmasa da en alışılmış yolu dış düşmanları hedef tahtasına yerleştirmektir. Demek, bunların, iç dinamiklerin, olabilecekleri başlatmak açısından engelleyici etkenler sayılması, verili koşullarda yerinde olmaz; başladıktan sonra mümkün olan en az kayıpla durdurmak ve olabildiğince ülke yararına bir sonuca bağlamak bakımından ne kadar etkili olabilecekleri ise hem şimdiden kestirilemez hem de, ne yazık, aradaki savaş sürecinin ne kadar kanlı geçeceği ile doğru orantılıdır.

Peki, bu durumda ve bitirmeden önce, başlıktaki sorunun yanıtı ne oluyor?

Demirel o sözü çok sever ve sık sık tekrarlarken iktidar koltuğundaydı. Bunun da gösterdiği gibi, iktidarlar açısından, bunların ve söylenebilecek benzer sözlerin hepsi felaket tellallığının göstergeleridir. Bir zamanlar İktisat için “şom ağızlı bilim” denmesi gibi, bu tür sözler edenler, bunları öne çıkaranlar, bunları dillendirerek muhalefet yapanlar, Türkiye’nin yönetenlerinin gözünde ve dilinde, felaket tellalları olmaktan kurtulamayacaklardır.

İşin ya da sözün doğrusuna gelince…

Bunlara tahmin demek en doğrusudur. “Dayanaksız olmayan tahminler” diye de düzeltilebilir.

“Öngörü” demeyişimiz ise tevazudan hiç uzaklaşmamak gerektiği yolundaki tuhaf mı, anlaşılmaz mı, iyi mi, kötü mü, ne demeli bilinmez, işte öyle bir alışkanlıktan ileri gelmektedir.

(SolHaber)

Mesut ODMAN | Tüm Yazıları
Hits: 1302