Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-II.

~ 02.12.2010, Nurettin ABACIOĞLU ~

Batı feodalitesinden hareketle, tarihi Osmanlı feodalizmin çözümünde, Osmanlı’ya izafe edilen ATÜT kavramını ilk yazının konusu kılmıştım. Öz olarak, batı feodalitesinin özel mülkiyete dayalı ve devlet iktidarının egemenler arası parçalı, paylaşımlı bir özellik gösterdiğini; buna karşın Asyatik toplumlarda, devlet mülkiyetindeki merkezi despotik devlet iktidarına dayalı bir mekanizma bulunduğunu, Osmanlı’nın da bu anlamda, yakın bir örnek olarak nitelendiğini özetle bu ilk yazıda konu etmiştim.

Öncelikle, bu görece ve esasında içsel geçişleri yoğun ve yaygın olan farklılaşmanın, tarihi “burjuva aydınlanma”sına varışlarda da farklılıklar yarattığını; ya da sonuç itibariyle “burjuva aydınlanması”na varmayı zorunlu kıldığını saptamak gerekir. Bu nedenle, farklılaşmanın nitel ve nicel yansıyan özelliklerini kaldığımız yerden, çözümlemeye devam etmeliyim…

Osmanlı’nın kapitalizme geç evrelenmesi…

1. Osmanlı’nın toplumsal ve yönetsel özelliklerini, sadece ATÜT ya da feodal üretim biçimine bağlamak ve bunları eksen alan tezler etrafından tartışmak doğru değil; eksiklidir. Her iki ögeyi içinde barındırdığı gibi, ögelerin birbirini karşılıklı etkilemesiyle farklılaşma ve başkalaşmalar da oluşmuş ve süreçlerin tümü iç ve dış koşulların değişkenliğiyle kesintilere de uğramıştır.

2. Osmanlı’nın, bir kavim olarak hem göç yollarında ve hem de Anadolu’ya konuşlandığında, bu coğrafyada etkilendiği çağdaş iki devlet olmuştur. İlki Pers, ikincisi de Roma-Bizans imparatorluklarıdır. Anadolu’da yerleşik hale geçen Türk devletleri içinde, başta Selçuklu’lar olmak üzere ve sonrasında Osmanlı’lar, bu devletlerin mülki ve iktisadi kurumlarından, toplumsal yaşam biçimleri ve kültürlerinden önemle etkilenmişlerdir. Anadolu coğrafyasının komşusu olan Mezopotamya ve o günün Orta Doğu’sunda var olan İslam uygarlığı da, Osmanlı’nın toplumsal ve kültürel olarak inşaasında önemli bir role sahip olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı toplumu göçer bir kavim olmaktan, yerleşik bir toplum biçimine dönüşme sürecinde ve bütün tarihi boyunca, etkileşime girdiği devlet ve uygarlıkların siyasi kurumları, iktisadi ilişkileri ve kültürel yapılarından derinden de etkilenmiştir; doğu-batı sentezcisi bir öznellik kazanmıştır.

3. Osmanlı’nın, Bizans’la karşılaşmasında etkilendiği önemli ögelerden birisi de, özel mülkiyetçi Roma hukuku ile tanışmasıdır. Roma hukuku, ademi merkeziyetçi feodal bir üretim tarzının oluşmasına önemle katkı vermiştir. Bu hukuktan görece etkilenen Osmanlı, özellikle coğrafi genişleme dönemlerini kapsayan 15 ve 16. yüzyıllarda feodal üretim tarzının devlet mülkiyetçi biçimini yaygın olarak uygulamıştır. 17 ve 18. yüzyıllarda, Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme evrilme süreci yaşanırken, Osmanlı’nın, Batı Avrupa merkezli yeni ticaret yolu geçişleriyle karşılaşması ve dünya pazarlarıyla bütünleşme sürecine girmesi, ademi merkeziyetçi ve feodal üretim tarzına yakın duran bir “ayanlaşma”ya da neden olmuştur. Sonuçta, 1808 Sened-i İttifak belgesiyle de, bu durum olurlanmış; padişahla, ayanlar arasında “devlet iktidarını sınırlandırma” yı amaçlayan ve hatta ilk anayasa olarak kabul edilen bir belge imzalanmıştır.

4. Ancak tarihsel süreç ve dünya konjonktüründeki değişimler, Osmanlı için, tam bir özel mülkiyete dayalı feodal üretim tarzına ve oradan da kapitalist sermaye birikimine geçişi olanaklı kılmamıştır.

5. Osmanlı mülkiyet düzenine yeniden bakmak gerekirse, egemen ve baskın özelliğin, devlet mülkiyetinde olduğu görülecektir. Tapu kayıtları, Osmanlı coğrafyasındaki toprakların yarıdan fazlasının devletin hukuki ve fiili tasarrufu altında olduğunu göstermektedir.

6. Osmanlı devletinin kuruluşundan, devasa bir imparatorluğa dönüşümü içerisinde, yönetim biçiminin çekirdiğini “eyalet” sistemi oluşturmuştur. Bu sistem hem mülkiyet rejimini ve hem de ona dayalı üretim ilişkilerini şekillendirmiştir. Devletin ilk zamanlarında, coğrafya, “sancak” denilen yönetim birimlerine ayrılmış ve başlarına da yönetici olarak bir çeşit devlet memuru sayılabilecek “sancak beyleri” getirilmiştir. Bu arada kimi şehzadelerin sancak beyliği yaptığı da kayıtlarda bulunmaktadır. Sonrasında birleşik sancaklardan oluşan “eyalet-beylerbeyliği sistemi” ne geçilmiştir. Dönüşüm I. Murad döneminde yapılmış ve bundan böyle de, padişaha bağlı memur yöneticilerine “beylerbeyi” denilmiştir.

7. Sistemin öznesi olarak eyaletler kendi aralarında “sâlyâneli” (yıllıklı) ve “sâlyânesiz” (yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Sâlyâne sözcüğü, günümüzde “salma” olarak kullanılmaya devam etmekte ve zorunlu bir para toplama sistemini (vergi) tanımlamaktadır.

8. Sâlyânesiz eyaletler, kapsadığı topraklar, üzerinde yaşıyan köylüleri ve elde edilen tüm ürünleri bakımından “has, zeamet ve tımar” olarak ayrılmıştı. “Aşar-Öşür ve resimleri” yani vergileri, “havas-ı hümayun” ismiyle, hazineye, beylerbeyi ve sancakbeyi haslarına ve bir de zeamet ile tımara ait olmak üzere bölünmüştü.

9. Tımar; üzerinde yaşayan köylüleri ve onların yetiştirdiği tüm ürünleri, toprağın ayrılamaz parçasından sayan bir sistemdir. Tımarın “Has” türü, geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup, ya padişahın kendisinde olur; ya da hanedan üyelerine, veziriazama, beylerbeyine, sancak beyleri ve üst düzey devlet görevlilerine verilirdi. “Zeamet” ise, gelirleri 100.000 ile 20.000 arasıda olan dirlikler olup, eyalet merkezlerinde oturan üst düzey yöneticilere (hazine ve tımar defterdarlarına, sancaklardaki alay beylerine, kale dizdarlarına, divan kâtiplerine vs.) verilirdi. Sıradan tımar ise, yıllık geliri 20.000 ile 3.000 akçe arasında olan dirliklere denir ve devlete hizmeti olan bir bölüm alt düzey asker ve memurlara verilirdi.

10. Tımar sahibi olana “sipahi” payesi verilirdi. Sipahilik, içinde tımardan vazgeçme hakkını barındıran ve babadan oğula veraseten geçen; ancak görevin sürmesine bağlı, mutlak olmayan bir ayrıcalıktı ve ordu için, hazırda atlı askeri gücü oluşturan bir memuriyet biçimini tanımlıyordu. Tımar sahibi kılınan sipahi, savaşta talandan, barış zamanın da ise, kaynak ve insanlar üzerinden vergi toplayarak rant elde ederdi. Buna karşılık orduya, geliriyle oranlı olarak, tımarına bağlı köylülerden donattığı süvari sınıfı savaşçılar sağlardı. Böylece, tımar toprağında yaşayan köylünün geçimi hem garanti ediliyor ve hem de sistemin hazır asker gereksinimi merkezi bir yatırıma gerek olmaksızın karşılanıyordu. Merkezi denetim ve müdahaleler ise, tımar sahipliğinin sürekli el değiştirmesine yol açtığından, sipahiler aristokrat bir sınıf konumuna ulaşamamışlardır.

11. Tımar topraklarının tümüne yakın bir oranı, hem çıplak mülkiyet, hem de mülkiyet hakkının bütün fiili sonuçları bakımından devlet denetimindeydi. Toprak üzerindeki reaya (köylü), toprakta intifa (kullanma) ve miras bırakma hakkına sahipti. Ancak köylü, kural gereği tımarı terk edemez, edecekse “çift bozan akçesi” olarak adlandırılan tazminatı sipahiye öderdi. Kaçar ve yakalanırsa, toprağa cebren bağlanırdı. Diğer bir yükümlülüğü de, artı-ürünü devlete vermek ve devlet hizmetlerine katılmaktı.

12. Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi. Ancak, Avrupa’da ateşli silah teknolojilerinin orduya girmesi, Osmanlı’da sipahi sınıfını önemsizleştirmiş, yerini ateşli silahlar kullanan yeniçeriliğe bırakırken, tımar sistemi de hayli sarsılmıştır. Bir kalıntı sistem olarak Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırılmıştır.

13. Sâlyâne, Osmanlı Devleti’nde merkeze uzak olan bazı eyaletlerden, yılda bir kez toplanan ve başkent İstanbul’a gönderilen, önceden belirlenmiş bir vergi miktarıydı. Sâlyâneli eyaletler has, zeamet ve tımara ayrılmadan, devlet hazinesi tarafından belirlenen doğrudan mıntıkalar halinde, her sene iltizama (vergilerin bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi) verilirdi. Bir cins taşeron olan “mültezim”lerde, kamu çalışanlarının maaşlarını ve kendi paylarını, yıllık gelirden ayırıp üstünü vergi olarak gönderirlerdi.

14. Eyalet sistemi, baskın devlet mülkiyetinde şekillenmesine karşın, imparatorluk coğrafyasının farklı bölgelerinde, “arpalık, yurt, ocaklık, malikane-divanileri, eşkincülü tımar”ları gibi mülki adlandırmalarla anılan karma ve saf özel mülkiyet biçimlerine de Osmanlı Devletinde rastlanmaktadır. Bu da, ATÜT ve feodal üretim biçimlerinin eşzamanlı olarak var olduğunun kanıtıdır.

15. Osmanlı devletinin devasa imparatorluk coğrafyası, fetihlerle kazanılmıştır. Fetihçilik, bir iktisadi zorunluluk olarak sürdürülmüş bir siyasettir. Yeni toprak ele geçirilmesi, buralarda yaratılan artı ürünün bir bölümünün, yukarıda tanımlanan mekanizmalar uyarınca merkeze aktarılmasını olanaklı kılmakta, bu da ekonominin büyümesinin temel düzeneğini oluşturmakta idi. Yükseliş dönemi, bu mekanizmanın düzenli çalıştığını göstermektedir. Bir diğer önemli etmen ise, Osmanlı’nın kara ve deniz ticaret yollarına egemen olduğu ve buralardan elde ettiği gelirlerin merkezi bütçeye aktarıldığı süreçlerdir. Her ikisi de eş zamanlı olarak gerçekleşirken, mülkiyet devlette ve fiili tasarrufu da hanedanlık elinde birikmiştir. Ancak, bunun dışında bir sınıfsal evrilme gösterebilecek bir sermaye birikimine izin verilmemiştir. İstisnai olarak, uzun yüzyıllara dayanan bir süreçte, “mültezimler”, “iltizam” sistemini kullanarak ve artı-ürünün daha çok bölümüne el koyarak zenginleşme becerisini göstermişler, böylece devletin son dönemlerinin tefeci sermayesini de oluşturmuşlardır.

16. Osmanlı duraklama, gerileme ve çözülmesi ise, rantiye coğrafyalardan merkeze aktarılan payların küçüldüğünü, ya da coğrafyaların olduğu gibi kaybedilmesine bağlı olduğunu resmetmektedir. Diğer yandan, fetih ve savaşta elde edilenin, savaş için yapılan harcamaları karşılayamaması; yanısıra, eyalet sistemi içinden merkeze aktarılan fonların maliyetinin kendini karşılayamaz hale gelmesi de, gerileme ve çözülmenin diğer karakteristikleri olarak saptanabilmektedir.

17. Eş zamanlı olarak, Osmanlı’nın ticaret yolları üzerindeki Ortadoğu tekelinin, sonraları Avrupa ticaret sermayesi tarafından kırılması ve değiştirilmesi de, imparatorluğun çözülmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu olgu, Osmanlı’daki mülkiyet rejiminde kapitalizme dönüşüm sağlayabilecek tarihsel sıçramaları engellemiş; tersinden bakıldığında da, Avrupa’da kapitalizmin yükselişini temellendirmiştir.

18. Bu tarihsellik içerisinde, Osmanlı’nın batıya olan üstünlüğünü, görünürde bilimsel ve teknolojik olarak kaybetmesi; bunun ticaret, ve askeri teknolojiler dahil çeşitli zenaat, imalat ve sanayi kollarındaki yansımaları, 18. yüzyıl ikinci yarısından itibaren yenilikçilik eğilimlerini tetiklemiş, Avrupa’ya benzeme istek ve heveslerini artırmıştır.

19. 19. yüzyıl, bu anlamda atılmış kimi adımları içermektedir. Bir yandan, başta Selanik olmak üzere, Ege ve Akdeniz yörelerinde ve ayrıca Şam, Halep gibi merkezlerde yaygın meta üretimi ekonomik yaşama yön vermeye başlamış; bu da hem sermaye birikimine ve hem de bu birikimle uyumlu yeni toplumsal sınıf çekirdeklerinin ortaya çıkışına neden olmuştur. Ayrıca Avrupa’da gelişmekte olan kapitalist sanayileşmeyle, doğrudan bir ilişki ve bütünleşme sürecine girilmesi de başlamıştır.

20. Osmanlı, 1838 de İngiliz İmparatorluğuyla imzalanan ticaret anlaşmasıyla dünya pazarlarına doğrudan bağlanmıştır. 1839 Tanzimat Fermanı’da, yabancılara ait mal ve her türlü varlığa el konulmasına sınır getirerek özel mülkiyet korumacılığını resmen kabul etmiştir. 1858 de akdedilen Arazi kanunnamesi ise, sınırlı da olsa toprakta özel mülkiyeti kabul etmiştir.

21. İlerleme ve uygarlığın ancak Avrupai bir modernleşmeyle sağlanabileceği algısı, Osmanlı’nın kapitalizme geç evrelenmesinin önemli kültürel sonuçlarından birisidir.

22. Osmanlı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, coğrafyasının büyük bölümünde egemenliğini yitirmiştir. Kapütülasyonlarla ve sonrasında Düyun-u Umumiyeye giden tarihsel süreçte, devletin yapısal fonksiyonları emperyalist ülkelere devredilmiş; böylece bağımsızlığı gölgelenerek yarı-sömürge haline gelmiştir. Yeni şekillenmeye başlayan burjuva sınıfı içinden, bir kısım saltanat yöneticisi ile tefeci sermaye de, yıkılmanın son demine kadar emperyalist ülke yönetimleriyle ittifak etmekten çekinmemiştir.

Bundan sonraki süreç, 20. yüzyılın ilk çeyreğine damgasına vuran bir dizi tarihsellikleri içerir. Osmanlı’nın enkazı üzerinden, Anadolu’da cerayan eden bir kurtuluş ve yeniden Cumhuriyete kuruluş sürecinin geçmişine, bu yazı ile ve satırbaşlarıyla değinilmeye çalışılmıştır.

(SolHaber 25.11.2010)

Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-I…

Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-III…

Nurettin ABACIOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2444