Eğitimde Mucize, Sayıyla Ya Da Yasayla Gerçekleşir Mi?

~ 02.03.2012, Rebia DİRİM ~

Son zamanlarda, Pisza sonuçları Türk eğitim sisteminin niteliği hakkında kanaatlerini dile getirdiğinden bu yana, eğitim, kelimesinin kökenine inilerek Türkiye’deki eğitimin hallerini hicveden pek çok köşe yazarı bulunmakta. Ama bugün olup bitenlerin getirisini fark etmeye bu yazılar yeter mi bilemiyorum.
4+4+4 konusunun ortaya atılış biçimi, zamanlaması ve bu konunun medyada tartılış şekline bakılacak olursa böyle bir yeterlilikten söz etmek oldukça zor.
Bu konuda dile getirilen pek çok kaygı pek de yersiz sayılmaz. Ancak hiç kimse bu kaygıların gerekçelerini, siyasi niyet okumaların ötesinde değerlendiremiyor. Seçilen yöntemin insan yetiştirmeye getireceği kısıtlamaları fazla sorgulamıyor.
Böyle bir sistemin bizim toplumumuzda 11 yaşından sonra kız çocuklarını okutmamaya, çocuk iş gücünü haksız bir şekilde çoğaltmaya çanak tutacağı ortamlar olacaktır. Aslında zaten olmakta olanlar biraz daha yasal çerçeveyle pekiştirilmektedir. Bu nedenle kaygının kaygıyı getirdiği ve söylemlerin yüzeysel akıl yürütmelerle bir birine karşı savunmacı retoriklere dönüştüğü bu tip tartışmaları yazının başında belirtilen Pisza sonuçlarının söylemek istedikleriyle kaynaştırmak mümkün olmayacaktır. Neden mi? Çünkü zaten eğitim sistemimizin içeriği, okul dönemlerinin sene hesaplamalarıyla çağdaşlaşabilmekten çok uzaktır.
Bu tartışmaların yürütülüş biçiminde ve muhakeme edilişinde bile biçimsellik, zihinsel işleyişinin
Tamamını kapsamaktadır. Ezberden niyet okuma, ezberden karşı çıkma, ezberden karşı çıkılanlara
‘’Böyle olmazsa öyle olur’’ ezber tepkisiyle yanıt verme en azından beni, bitmez tükenmez bir karabasanın içinde tüketiyor.

4+4+4 Sisteminin anlamsızlığı:
Çocukların zihinsel yapılanması, öğrenme ve gelişim üzerine çok ama pek çok düşünür ve uzmanın sayısız yaklaşımı ve geliştirdiği modeli vardır. Kuşkusuz burada hepsinden söz etmek mümkün değil.
Onun için içlerinden toplumumuzun hemen her disiplin dalından mürekkep yalamışların tanıdığı ve de geçerliliği uygulamalarla kanıtlanmış olan bir düşünürün, Piaget’nin yaklaşımından hareketle konuyu değerlendirmeyi tercih ediyorum.
Bilişsel gelişimin en tanınmış ismi olan, Piaget’ye göre çocukların zihinsel gelişimi temel bazı evrelere ayrılır.
Bunlar sırasıyla, a- 0-2 yaş -----Sensorimotor ;b- 2-7 yaş ---Sezgisel ya da işlemsellik öncesi evre ;c- 7-11 yaş –Somut uygulamalar yada işlemle düşünme evresi ; d- 7 – 16 yaş ---formülasyon (yani açık ve kesin ifadeler geliştirme) evresidir.
Bu süreçlerin her biri kendi içinde çevre etkileşimleriyle bağlantılı olarak farklı ayrımlar taşır ve önemlidir. Ancak, bizi konumuza sınırlı kalabilmek ve 4 yıllık kurumsal eğitimin kesintiye uğramasının anlamsızlığını anlatabilmek için üçüncü evre olan 7-11 yaş döneminin altını çizelim.
Bu dönem okullaşma dönemidir. Bu dönmede çocuk, neden sonuç ilişkilerini sorgulamaya başlar, eylemsel becerilerini geliştirir, saymayı, seçmeyi, yapılandırmayı ve yönlendirmeyi öğrenir.
Sadece bununla da kalmaz, grup norm ve değerlerini, kurallara uymayı ve grupla birlikte üretmeyi öğrenir. İlköğrenimin dört yılında bu gelişim düzeyi beslenirken, devamında zihinsel sorgulamalar başlıyacaktır.7-11 yaş içinde kurallara sadece uymak gerektiği üzerinden gelişen zihin, bu yaş döneminden sonra uyacağı her grup normunun ve toplumsal normun gerekçelerini sorgulamaya, kendi yararına olan değerleri seçmeye başlayacaktır. Bu aynı zamanda zihinsel gelişimin yanı sıra kendilik gelişiminin de zenginleşmeye başladığı dönemdir. Ve yetişkinler dünyasına onu taşıyacak köprüye adım atacaktır.
Yetişkinler dünyasına adım atmak, aynı zamanda kendi kimlik sentezini, aile içi değerlere ek olarak dış dünya ile ilişkilerinden, yani diğer kişilerden edindiği farklı tutum ve anlayışlardan da yararlanarak kendince bir senteze ulaşma şansı demektir.
Tam da bu noktada bir çocuğu, okul ortamının getirilerinden uzaklaştırmak, onu yeniden gelişim köprüsünün başına getirmek, farkındalık ve yaratıcılık kapasitesine ilk darbeyi vurmak değildir de nedir?
11-16 yaş dönemine gelince; artık ergenlik çağına gelmiş çocuğun, düşüncelerini formüle edebildiği ve kendine göre sentezler yaratabildiği dönemdir. Sembollerin, meteforların, benzetmelerin dile ve düşünceye hakim olmaya başlayacağı bu dönmede çocuğun dış dünyadan koparılması kadar büyük bir haksızlık olamaz.
Burada sorun sıklıkla altının çizildiği gibi, her çocuğun meslek seçimini kendinin yapamayacağı yada Üniversiteye gidip gidemeyeceği konusundan (zaten Türkiye de Üniversite konusu da ayrı bir problematiktir) ziyade kendi zihinsel sentez kapasitesinin kendi iradesi dışında kısırlaştırılabileceği tehlikesidir. Bu tehlikenin nedenlerine aşağıda değineceğiz. Ancak araya yerleştirilmesi gereken bir olasılıktan söz etmek istiyorum.
Bu olasılık, çan eğrisinin ortalaması dışında kalan, yaratıcılık kapasitesi ve algılaması yüksek olan pek çok çocuğun geleceğine ışık tutmuştur.

Summerhill Yöntemi:
1920’ li yılların sonunda İngiltere’de, toplumsal sistemin baskıcı düşüncesine bağımlı, statükocu eğitim politikalarına tepki olarak, A.S. Neill isimli bir yazar ve eğitmen ,okullarda çeşitli nedenlerle uyum sağlayamayan çocukların örneklerinden hareket ederek yeni bir yöntem geliştirdi ve bu yöntemi uygulayabileceği bir okul açtı.
Onun yaklaşımına göre ‘’tüm suçlar ve nefret tutumları basit bir şekilde mutsuzluk kelimesine indirgenebilirdi.’’
Şöyle diyordu A:S:Neill : Çocuğun işlevi kendine ait olan hayatı yaşamaktı ; kendi kaygıları doğrultusunda çocuklarına yön vermeye çalışan ebeveynlerin ya da her şeyi sadece ben bilirim edasından vaz geçmeyen öğretmenlerin dayattığı hayatı yaşamak değildir...’’
Okul İskoçya’nın Summerhill adı verilen bölgesinde son derece kısıtlı imkânlarla uygulamalarını sürdürmüş ve uzun yıllar sisteminin güvenilirliğini kanıtlamak için mücadele vermiştir. Bu gün, yaklaşık seksen yıl sonra 189 ülkede sistemi benimsenmiştir ve dünyanın eğitim ve gelişim konusunda kabul görmüş 12 ismi tarafından da geçerliliği gözlemlenerek olumlu şekilde akredite edilmiştir. Aynı zamanda başta İnsan hakları, Çocuk hakları kuruluşları olmak üzere pek çok sivil kuruluş ve eğitim kurumunun desteğini ve onayını da almıştır. A.S: Neill ‘in Türkçe ’ye çevrilmiş ‘’Bir Eğitim Mucizesi’ ’adlı yapıtına ek olarak altmışın üzerinde, eğitim sistemini ve gerekçelerini, örnek vakalarla açıklayan kitapları bulunmaktadır. Ancak, bu okul sistemi bünyesine kabul ettiği çocukların aileleriyle uzun ön görüşmeler yapmakta ve onları okuldaki uygulamaya yatkınlıklarını ve eğitimden beklentilerini değerlendirmekte ayrıca aileleri de bu yaklaşıma uyum açısından özel eğitim almış, çoğu psikanaliz eğitiminden geçmiş Sosyal Hizmet Uzmanları, psikologlar ve danışmanlarca eğitilmektedirler.
Burada okulun hedefi, bazı özel yetenekleri, merakları olan çocukların, kendi tercihlerini kendi deneme ve yanılma yöntemleriyle fark etmesi, ve yaşam içinde kendi kimlik sınırlarını kendi çocuk grupları içinde koymayı öğrenmeleridir. Mesleği bir tüketim modeli anlayışından çıkarıp, yaratıcılığı, merakı ve keşfi motive edici bir eğitim sürdürmelerini sağlamaktır.


Bizdeki durum: Gönül isterdi ki bizde çıkan yasayı savunanlar ya da sorgulayanlar yukarıda adı geçen sistem üzerinden bir mantık geliştirsinler. Ama ‘’heva-ı aşk var serde efendim nerde ben nerde?’’ durumu, toplumsal yapımızın vazgeçilemez özelliğidir.
Bizim toplumumuzda 11 yaşından sonra bir çocuğun eğitim biçimini –adını zorunlu eğitim koysa bile-ailesinin talebine göre belirlemek; yukarıda adı geçen yöntemle uzaktan yakından buluşturmayacaktır. Buluşturmayacaktır, çünkü bizim aile yapılarımız hala kendi kimliğini, kendi sınırlı bilincinin çerçevesine sıkışıp kalarak bütünlük halinde tutabilen bir yapıdır. Yani, toplum içinde iş hayatında ve özel hayatında belirli rollere giyinmekle iç dünyasında bütünlük sağladığı zannedilen, kendini de böyle kabul eden pek çok yetişkin gerçekte iç dünyasındaki var oluş kaygılarını çocukları üzerinden sürdürmeye devam etmekte ve kendi iç dünyalarındaki bütünlüğün parçalanmasına böyle karşı koymaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, çocuğuyla arasındaki karşılıklı bağımlılık örüntüsü geliştiren ebeveyn, çocuğunun kendi yapısının dışına çıkabilme ihtimali söz konusu olduğunda - bu ister dini değerler açısından olsun, ister milli değerler açısından olsun, isterse Cumhuriyet’in ezberle dayatılan değerleri açısından olsun, fark etmez-, bitmez tükenmez hezeyanlara gark olabilmektedir.
7-11 yaş dönemindeki bir çocuk, okulda geliştirdiği becerileri ne olursa olsun, hala ailesine hem duygusal açıdan bağlı hem bilişsel ve ekonomik açıdan bağımlı bir dönemdedir. Bu dönemde kendine ait taleplerin neler olabileceğini ayırt etmekte ciddi çatışmalar yaşayacak ya da bu iç çatışmalarından kurtulmak için sezgisel döneme ait becerileriyle boyun eğmeyi seçecektir.
Bırakın 7-11 yaş dönemini, alt yapısı böylesine otoriter yen bir toplumsal özellik taşıyan aile dokularımızda, 11-16 yaş döneminin kazanımları bile yeterli olamaz.
Çünkü, Winnicott’ın ileri sürdüğü gibi, zihin gelişmeden önce de hakkında hiçbir şey bilmesek ve bilmek gereği duymasak da zaman denen bir öge ‘den söz etmek gerekir. Çocuk, doğum anıyla birlikte bu zamanın içerdiği pek çok olguyla hızla çarpışır ve bu çarpışmanın getirisi olan sarsıntı sonucu zihinsel işleyiş başlar. Bu işleyişin geriye dönüp bakması ve yaşam denen olguyu yeniden değerlendirmesi, yazının başında söz ettiğimiz, bütün bu gelişim süreçlerinin ardından ve oldukça gecikmeli olarak gerçekleşir. Bireyselleşme ve bilinçlenme bu noktadan sonra devreye girecektir. Bazen hiç devrede olmayabilir de.
O zaman, karşımıza günlük yaşamımızda sistem dediğimiz kurgunun yaşamımıza dayattığı durumlar ortaya çıkar ve büyük bir iç görü yitimiyle, bu sistemin içinde var olabilmek adına debelenir dururuz.
Bu debelenmeden, çağdaş bir toplum üretmek ise mürur-u zamana uğrar! Biçimsel takınışları modernlik zannederiz. Toplumumuzun bitmeyen yanılsaması ve gelecek nesillere bırakılacak çileli mirasımızdan öte geriye ne kalır bilinmez.

Son Olarak: Sürekli olarak, devrimler çağında yaşadığımızdan söz etmekteyiz. Bir toplumsal dönüşümü istemekten, çağdaşlaşmaktan dem vurmaktayız.
Oysa çağdaşlaşmak, pek çok mevcut durumun radikal olarak değişmesini gerekli kılar. Bu değişimlerin ne olduğunu idrak edebilmek için geçmişten bu güne toplumumuzun içinden geçtiği sadece altın çağları ya da karanlık çağları değil aynı zamanda bu günden geçmişe tüm evrensel dönüşümleri irdelemek gerekir. Kendimizi şimdiki zamanın neresine oturttuğumuzu ve bunu neye göre yaptığımızı irdelemek gerekir.
Bizler altın çağı fetihler olarak yaşadık. Bu hayal bizi daha ne kadar oyalar bilemiyorum. Çünkü bu gün değerlerini örnek almaya çalıştığımız toplumların altın çağı, daha çok keşifler üzerineydi.
Biz neden fethetmenin gücüne takılı kaldık? Yaratıcılığımız niçin gelişmedi? Niye ötekine tahammüllü bireyler olamadık? Niye hep onay arıyoruz?
Konumuz 4+4+4 zorunlu eğitimi kâğıtta bir yaptırıma dönüştürmekle çözülecekse mesele yok! Ama ya tersiyse?

REBİA DİRİM
Psk. Sosyal Çalışmacı / Analitik psikoterapist (M.A.)

Rebia DİRİM | Tüm Yazıları
Hits: 3027