'Yeni Türkiye' bu değil 'Normalleşme' hiç değil...

~ 17.02.2012, İsmet BERKAN ~

ADALET ve Kalkınma Partisi iktidarı ve ona entellektüel malzeme sağlayan çevrelerin ağzından düşürmediği bazı tabirler var. Bunlardan biri ‘Yeni Türkiye’ söylemi. Bir başkası da, ‘Normalleşme.’

Gerek ‘Yeni Türkiye’ denilirken ve gerekse ‘Normalleşme’den söz edilirken bir ‘hedef’ten söz edilmiş oluyor aslında, aynen ‘İleri demokrasi’ sözünde olduğu gibi.

Bu tabirlerle anlatılmak istenen, daha iyi, daha kaliteli bir demokrasi ve hukuk devletine ulaşmak, demokrasinin temelleri olan şeffaflaşma, hesap verebilirlik gibi şeylerin önündeki engelleri kaldırmak, halkın bütün renkleri, değerleri ve öncelikleriyle demokratik temsilini sağlamak...

Tabii ‘Yeni Türkiye’ sözünün bir başka anlamı daha var. Kapalı kapılar ardında iş gören, hukuku ya hiç tanımayan ya da kendini hukukun üstünde gören anlayışları ‘eski Türkiye’ olarak tanımlamak, o davranış biçimlerinden tamamen uzaklaşmak.

* * *

Peki, bu ilkeler veya temenniler dizisi ışığında dün Meclis Genel Kurulunda konuşulan son yasa teklifine, yani MİT yasasının 26. maddesini değiştiren ve bir de geçici madde ekleyen teklife bir bakalım.

Bu teklif, geçen gün de yazdım, mevcut yasadaki dokunulmazlığı bir hayli genişletecek ve başbakanların talimatıyla hareket edecek MİT görevlilerine inanılmaz bir hareket serbestisi tanıyacak bir teklif. Evet son dakika değişiklikleriyle dokunulmazlık ‘operasyonel olmayan konular’a indirgendi ve azaltıldı ama hâlâ yasanın özü hala duruyor.

Bu haliyle şeffaflığı ve hesap verebilirliği olduğundan bile kötü duruma getirecek bir düzenlemeden, yani ‘Yeni Türkiye’ ve ‘Normalleşme’den bizi daha da uzaklaştıracak bir yasadan söz ediyoruz.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bu teklifle yapılan düzenlemenin ‘geçici’ olduğunu söylüyor; yani atılan adım stratejik değil taktik bir adım, bir geri çekilme.
Ama hepimiz biliyoruz, en azından tahmin ediyoruz ki, mevcut krizin ateşi söndükten sonra kimse dönüp de, ‘Bir bir geçici kanun çıkarmıştık hadi şunu kaldıralım’ demeyecek.

Böyle bir yasanın olası sakıncaları hakkında dün Hürriyet’te Taha Akyol çok güzel bir yazı yazmıştı. O sakıncaların belki bir bölümü giderildi dün ama ana sakınca yerinde duruyor.

‘Yeni Türkiye’ ve ‘Normalleşme’ söylemleri samimiyse, atılan adımların bizi evrensel demokrasi standartlarına daha fazla yakınlaştırması gerek.
Bunun yolu da, MİT dahil bütün kamu kurumlarının şeffaflaşmasından, milletvekilleri ve devlet memurlarının yargı dokunulmazlıklarını kaldırmaktan, savcıların soruşturma kalitesini yükseltmekten, savcıları hesap verebilir hale getirmekten geçiyor.

* * *

MİT’i hedef alan bu soruşturmayı ve soruşturmanın yürütülüş biçimini başından beri eleştiriyorum ama bu eleştirilerim, Türkiye’nin onurlu bir eski MİT müsteşarı ile onun aynı derecede onurlu yardımcısının bir haftadır mahkeme kararıyla arandığı ve kaçak durumda olduğu gerçeğini görmeme engel değil.
Ortaya çıkan bu büyük krizi çözmenin yolu, savcıların elini kolunu bağlamaktan değil, yöneltilen suçlamaların suç olarak görüldüğü hukuki durumu ortadan kaldırmaktan geçtiğini görmek için büyük uzman olmak gerekmiyor.

Vatandaşı yaptığında suçlamaya neden olan şeylerin devlet memurları tarafından yapıldığında onların soruşturma dışı tutulmaları ‘normal’ olabilir mi?
Eylemi cezalandıralım niyeti değil...
GEREK ceza kanunumuzda ve gerekse terörle mücadele kanunumuzda son derece muğlak suç kategorileri var.

Bunlardan başlıcası ‘terör örgütüne üyelik’ suçu. Örgütler üye kaydı tutup üyelik kartı vermediğine göre, bu suç subjektif biçimde tespit edilen bir suç. Ve ‘örgüt üyeliği’ neredeyse sihirli bir sözcük, birisi bununla suçlandı mı neredeyse akan sular duruyor.

Bir başkası, ‘Örgütün amaç ve hedefleri doğrultusunda propaganda yapma’ suçu. Bir gördük ki, Hanefi Avcı’nın yayınlanıp milyon satmış kitabı veya Ahmet Şık’ın henüz bilgisayarında durup düzeltilmeyi bekleyen kitabı da bu kategoriye sokulmuş.

Bir üçüncüsü, ‘Örgüte yardım yataklık’ suçu. Burada da, bir üniversite arkadaşına borç para veren, ona yatacak yer sağlayan veya onunla bir kafede oturup çay içen insanların ‘yardım yataklık’tan hapse atıldığını gördük.

Bugün burada saydığım bu üç suç kategorisi, Türkiye’de ifade özgürlüğünün sınırlarını da belirleyen kategoriler haline geldi.

Çünkü biz eylemleri, fiilleri yargıladığımız kadar, hatta ondan çok, niyetleri, anlayışları, henüz harekete geçmemiş fikirleri yargılıyoruz.

Ergenekon davalarında da bu çeşit çok sayıda sanık var, KCK davalarında da, başka örgüt davalarında da...

Tam da bu sebeple, dünyada en çok teröristi olan ülkeyiz. Çünkü gazete yazıişleri müdürlerini, yani yegane işi yazı yayınlamak olan insanları bile ‘terörist’ olarak hapse atıyoruz.

Yeni fark ediyorum, mahkemelerde görülmekte olan bir davayı ‘itibarsızlaştırma’ diye yeni bir suçumuz olmuş, savcılarımızın kullanmaya başladığı...
İlker Başbuğ iddianamesini okurken...
HİÇ adetim değildir, kendimi savcının veya sanık avukatının yerine koyup yazı yazmak. Hele dava açıldıktan, iddianame yazıldıktan sonra susmayı tercih ederim. Ancak dün eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ilgili iddianameyi okuyunca kendimi tutamadım.

Benim kanaatime göre iddianame Başbuğ’a yönelik suçlamayı ağırlaştırmak için savcı tarafından bir delil çorbasına çevrilmiş. Ama ne deliller...

Mesela halen Ergenekon’dan yargılanmakta olan Mustafa Balbay ile yaptığı bir görüşme, Başbuğ için suç delili. Halbuki o görüşmede Başbuğ, Balbay’dan
‘Genç subaylar rahatsız’ manşetinin kaynağını öğrenmeye çalışıyor, hatta onu üstü kapalı biçimde Genelkurmay’a olan erişimini kaybetmekle tehdit ediyor.

Mesela meşhur ‘İrticayla mücadele eylem planı’nın Taraf gazetesinde yayınlandığı gün yurt dışında olan Başbuğ’dan bu planla ilgili Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın soruşturma başlatması için izin istenmesi Başbuğ aleyhinde delil. Bütün çaba, Başbuğ’u Ergenekon’la ilişkilendirmek için. Ama sırıtıyor.

Ve bu yüzden, Başbuğ’un suçlanmasına esas neden olan şey neredeyse ikinci plana düşüyor.

 

(Hürriyet)

İsmet BERKAN | Tüm Yazıları
Hits: 1413