Ne oluyor?

~ 14.02.2012, Kemal OKUYAN ~

Siyaset, sermaye cephesinde dünya görüşü, açık ve örtülü hedefler, ekonomik çıkar ilişkileri, uluslararası bağlantılar kadar zaman zaman bunların üstüne bile çıkabilen “iktidar arayışı” olarak görülmelidir. Zaten sınıfsal bakış açısı, bu karmaşayı tümüyle düzleyip anlaşılır kıldığı için değil, burjuva siyasetinin genel eğilimlerini yakalamak için en uygun yöntem ve araçları sunduğu için muteberdir.

Kimi örneklerde devrimci siyasete bile bulaşan hırs belirlenimli davranışlar, sınıflı toplumların gelişimi içinde başka işbölümlerin yanı sıra siyaset erbabının ortaya çıkışının ürünü olan kaçınılmaz arızalardır.

Bu anlamda siyaset alanı yalnızca rasyonel düşünceyle anlaşılamaz, hele hele sürekli kriz üreten bir sistemin temsilcilerine şaşmaz bir akıl yakıştırmak olacak iş değildir. Zaten burjuva siyaseti, burjuvazinin en baskın kesiminin ya da bir bütün olarak sermaye sınıfının ortalamasının çıkarlarının savunulmasından ibaret olsaydı, bu köhne düzen birkaç hafta dahi dayanamaz, en atıl coğrafyaların ezilenleri bile ayağa kalkıp zalimlerin ve sömürücülerin hesaplarını görüverirlerdi... Aynı şekilde burjuva siyasetinin iç gerilimleri sermaye sınıfının farklı kesimlerinin çıkar çatışmalarını birebir yansıtsaydı da siyaset diye bir şey olmaz, burjuva diktatörlüğü kabak gibi açığa çıkardı.

Öte yandan siyasetin bu karmaşık yapısı, düzen cephesinde bazı gedikler ortaya çıkarmakta, çoğu zaman sistem içi seçenekleri toplumun geniş bir kesimini ikna edici bir biçimde devreye sokabilen düzenekler kimi durumlarda tam tersi yönelimleri tetikleyebilmektedir.

Bunları neden yazıyorum?

Bunları bugün en geniş anlamıyla Türkiye’deki siyaset mekanizmalarını ve kurumları kontrol etmekte olan blok içinde yaşanan son gerilime ilişkin düşüncelerimi daha iyi anlatabilmek için yazıyorum.

Erdoğan ile cemaat arasındaki çekişme olarak kodlanan “MİT merkezli” gündeme olmadık anlamlar yüklemeye kalktığınızda istemeseniz de taraf olmaya yönelirsiniz. Nitekim bağımsız bir düzen partisi olma özelliğini uzun süredir yitiren MHP, ideolojik referansları doğrultusunda bunu yapmış ve cemaatin “MİT-KCK işbirliği” tezini AKP’nin ele geçirdiği milliyetçilik silahını yeniden sahipleneceği bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Cumhuriyet Halk Partisi ise aşağı yukarı bütün başlıklarda olduğu gibi ne yapacağını şaşırmış, bir gün Erdoğan’a, öteki gün cemaate arka çıkmaya kalkmıştır.

Oysa ortada bugün Fatih Yaşlı’nın soL’daki yazısında vurguladığı gibi düpedüz etkinlik artırma, kadrolaşma türünden saiklerin ürünü olan bir hesaplaşma vardır. Bu basitlik, hesaplaşmanın önemini elbette azaltmaz ama onun sonuçlarının sınırlarına işaret eder.

Gerilim Kürt sorununa ilişkin farklı “çözüm” arayışından kaynaklanmamaktadır. Erdoğan’ın çözümden yana olduğu, cemaatin ise polis-asker marifetiyle alan temizlemeye çalıştığı iddiasına dayanak olabilecek bir dizi veri sıralayabilir, bu verilerden hareketle az-çok tutarlı bir çerçeve oluşturabilirsiniz. Ancak seçimlerden sonraki restleşmenin “cemaat işi” olduğunu ileri sürmek, Erdoğan’ın tuzağa düşürüldüğünü ima etmek, AKP iktidarının ilk yıllarında “ah asker bir izin verse bayağı demokratikleşeceğiz” diyerek AKP karşıtlığını mahkum etmeye kalkan zihniyetin yerinde saydığını kanıtlamaktan başka değer taşımaz.

Kürt sorunu burada AKP’yi terbiye etmek için bir tehdit olarak kullanılmakta, dahası ikinci cumhuriyetçi bloğun içinde birinci cumhuriyetin bakiyeleriyle ittifak kurmak için sürmekte olan rekabette etkili bir hamle olarak belirginleşmektedir. Bir başka kesitte, cemaatin sözcüleri pekala Erdoğan’ı Kürt sorununda “şahin” politikaları savunmakla itham edebilirlerdi örneğin... Ancak şu aşamada, Kürt sorunu, nasıl Kürt siyasetçiler aldatılarak tuzağa çekildiyse, Erdoğan için de bir şantaja dönüşmüş durumdadır. Habur’u, devletle PKK’nin görüşmelerini bugün yargılamaya kalkan kalemlerin zamanında bu işleri nasıl hararetle destediklerine arşivlerden bakabilirsiniz.

İttifak meselesinde de böyle... Erdoğan’ın yeni rejimi yerleştirmek ve süreklilik iddiasını gerçekçi kılabilmek için havlu atan birinci cumhuriyetçi bazı unsurlarla ittifaka girmesi mutlak zorunluluktur. Şu sıralar siyasi davalarda sonuna kadar gidilmesi gerektiğini düşünen cemaatin bu ittifakı bozması için Kürt sorunu etrafında “hain” üretmesi yeterlidir, zaten bunu yapmaktadırlar. Çünkü onların da bir noktada aynı bakiyelere gereksinimi olacaktır.

Gelelim bölgesel gelişmelere... Gerilimin Suriye’de yaşananlarla doğrudan bir bağlantısı da yoktur. Türkiye’nin daha aktif rol oynaması, yani askeri bir müdahaleyi de göze alması için Erdoğan’ın sıkıştırılmaya çalışıldığı iddiası hiç gerçekçi gözükmemektedir. AKP, Suriye konusunda bir siyasi iktidarın yapabileceği her tür hizmeti vermektedir Amerika Birleşik Devletleri’ne. Bu hizmetler arasında MİT’in Suriye’deki etkinliklerinin katlanarak artması da vardır ve müsteşar Fidan’ın bu konuda ayak dirediğine ilişkin hiçbir veri bulunmamaktadır.

Bunun da ötesinde ABD’nin tam Suriye meselesi bu kadar kızışmışken AKP’yi kendi dertlerine gömecek, daha az risk almayı tercih edecek bir konuma sokmayı istemesi de pek mantıklı gözükmüyor. Evet, her zaman rasyonel düşünmezler ama bu kadarı Amerika için de fazladır!

Peki her şey bir güç kavgasına indirgenebilir mi?

O güç kavgasını nereye yerleştirdiğinize bakar.

Muazzam ekonomik kaynaklar üzerinde kurulan bir koalisyonun iç çelişkilerinin bir noktadan sonra kontrol edilemeyeceği açıktır. Üstelik bu çelişkiler asla Erdoğan ve cemaat arasındaki gerilimden ibaret değildir.

ABD yönetimi yüzde 50‘lerde gezinen seçmen desteğine sahip bir partinin bu desteği hareket serbestisine dönüştüreceğini bilir, seçeneksiz olmadığını belli aralıklarla hissettirmek zorundadır.??Türkiye’deki bütün burjuva aktörleri Vaşington nezdinde “muktedir” ve “hizmetkar” gözükme uğraşındadır; bu uğraşın ABD siyasetinin iç dengelerinde farklı noktalara hitap etmesi kaçınılmazdır. Yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde İkinci Cumhuriyet kadroları görücüye çıkmakta, ama aynı zamanda ABD cephesindeki olası gelişmelerde açığa düşmemenin yolunu aramaktadır. Obama hem Erdoğan’ı hem cemaati ihya etmiştir etmesine, ama onun ikinci dönem Beyaz Saray’da oturması, ABD emperyalizmi için verdiği eşsiz hizmetlere karşın, bir hayli güç gözükmektedir.

Son olarak Almanya, Rusya ve İran’ın farklı nedenlerle Türkiye’nin son dönem tercihlerinden rahatsız olduğunu, bu üç ülkenin Türkiye siyasetine müdahale kanallarının hafife alınmaması gerektiğini söyleyelim.

Erdoğan’ın hastalığını filan saymıyorum bile...

Ama bütün bunlar “güç kavgası”nın nedenleri değil, bağlantı noktaları olarak görülmelidir.

Sabah, Taraf, Zaman ve Yeni Şafak’a dikkatle baktığınızda, bu kavganın ilkesel, programsal, ideolojik yönlerinin ne kadar zayıf olduğunu, 3-4 günde tartşmaların hızla içeriksizleşip irtifa kaybettiğini fark edersiniz mutlaka.

Bu kavgaya eklemlenmek, solun yapacağı iş değildir. Tersine, solun bağımsız siyaset üretme ve bu siyaseti hiç değilse biraz daha geniş bir toplumsallığa taşıma olanağı ortaya çıkmıştır.

Bu olanağın değerlendirilip değerlendirilmemesi, kavganın nereye varacağına ilişkin isabetli bir öngörüde bulunup bulunmamaya bağlı değildir. Örnek olsun, okun yaydan çıktığını, iktidar bloğunun onarılamaz biçimde çatlamakta olduğunu vurgulamak öngörünün ötesinde bir beklentinin de ürünüdür. Bu türden beklentiler solu kötürümleştirir.

“Herkes memnun, birbirlerine muhtaçlar, buradan bir şey çıkmaz” kestirmeciliği ise burjuva egemenliğinin kriz üreten yapısını görmezden geldiği oranda nesnelliğe küskünlüğü ifade eder ve yine devrimci siyasete alan açmaz.

Oysa, bir dizi başlıkta burjuva diktatörlüğünün inandırıcılık katsayısında düşüş söz konusudur, falcılık yapmak yerine bunu değerlendirmenin yolu bulunmalı, Türkiye’nin bugünkü kavganın aktörlerinden illa birine mahkum olduğu düşüncesine karşı mücadele edilmelidir.

(SolHaber)

Kemal OKUYAN | Tüm Yazıları
Hits: 1795