Yargı Reformu

~ 27.01.2012, Sedat ERGİN ~

AİHM karşısında bir adım ama yetersiz...

ADALET Bakanı Sadullah Ergin tarafından açıklanan reform paketinin, “yargıyı hızlandırmak ve etkinleştirmek” ve “basın üzerinden işlenen suçlara” kısmi bir erteleme-af” getirmek üzere iki ana boyutu var.

Toplam 24 sayfa tutan ve 87 maddeden oluşan bir yasa tasarısını iki-üç yazı içinde analiz edebilmek mümkün değil. Yapacağımız değerlendirmeler bu nedenle tasarının çok önemli gördüğümüz bazı kritik maddeleriyle sınırlı kalacak.
HÜKÜMET AİHM’NİN BASKISI ALTINDAYDI
 Tasarının neredeyse üçte biri İcra İflas Kanunu üzerindeki düzenlemelere ayrılmış. Buna benzer yasalarda yapılan değişikliklerle mahkemelerde birikmiş olan 2 milyona yakın dosyanın yarattığı yükün hafifletilmesi ve bu suretle yargılamalara hız kazandırılması gibi bir amacı var tasarının. 

Ancak tasarıyı tetikleyen ana faktörün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) birbiri ardına gelen ihlal kararları olduğunu vurgulamalıyız. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde bu ihlal kararlarının uygulanması yolundaki taleplerin birikmesi, hükümet üzerinde büyük bir baskı yarattı. 

Strasbourg’daki AİHM ve Avrupa Konseyi çevreleri, bu sistematik ihlaller nedeniyle son dönemde Türkiye’ye ciddi eleştiriler yöneltti, hükümet de AİHM kararlarının gereğini yerine getirmek üzere gereken adımları atacağı konusunda kendisini bağlayan ciddi taahhütler altına girdi. 

Şimdi ayrıntılara geçelim. AİHM’nin Türkiye ile ilgili en önemli şikâyetlerinden biri, yargılamaların uzun sürmesi. Bu nedenle verilmiş çok sayıda ihlal kararı var.
HÂKİMLER TUTUKLARKEN GEREKÇE YAZMAK ZORUNDA
 Hükümetin tasarısında yargılamaların hızlandırılmasına dönük spesifik maddeler yok. Ancak paketin ana hedeflerinden biri yargı üzerindeki yükü eritmek olduğu için, hükümetin bunun orta dönemde mahkemelerin daha süratli hareket etmesini sağlayacağı yolunda bir tezle kendisini savunacağı söylenebilir. 

AİHM kararlarında altı çizilen bir başka temel eleştiri, mahkemelerin tutukluluk kararlarında gerekçe göstermemesi. Bu nedenle Türkiye hakkında AİHM’den artık otomatik ihlal kararları çıkıyor. Mahkûmiyetler kayıtsız kalınamayacak bir eşiğe gelip dayandı.

Tasarıda Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 101’inci maddesine yapılan bir eklemeyle “tutuklama, tutuklamanın devamı ya da tahliye talebinin reddi kararlarında a) kuvvetli suç şüphesini, b) tutuklama nedenlerinin varlığını, c) tutuklama tedbirlerinin ölçülü olduğunu gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilecek”hükmü getiriliyor. 

Mevcut uygulamada, hâkimler, tutuklama ya da tahliye talebine ret kararları verirken “dosya ve delil durumu itibarıyla” gibi şablon gerekçeler kullanıyorlar. 

Çok gariptir ki, CMK’nın tutuklamayla ilgili 101’inci maddesinin mevcut halinde de “kararlarda hukukî ve fiilî nedenler ile gerekçeleri gösterilir” deniliyor. Ancak hâkimler, yasanın bu hükmüne de uymuyorlar. Hükümet, getirdiği düzenleme ile hâkimlerin işi daha sıkı tutmalarını sağlamak için bu yükümlülüğü daha kuvvetli bir şekilde ifade ediyor. 

Yürürlükteki yasada, hâkimin bu kararları (tutuklama/tutuklamaya devam/tahliyeyi ret) sanığın yüzüne okuması isteniyor. Yeni metinde de bu ifade aynen korunuyor. Ancak uygulamaya baktığımızda hâkimler bu maddeye de uymuyor.
DELİLLERE ERİŞİM YASAĞI KALKIYOR MU?
AİHM’nin Türkiye ile ilgili ihlal kararlarında önemli bir kategoriyi tutukluluğa itirazların çekişmeli duruşmalarla yapılmaması oluşturuyor. Hâkim, avukatın getirdiği dilekçeye bakıp kararını veriyor. Oysa çekişmeli duruşma Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) bireylere tanıdığı“tutukluluğa etkili itiraz hakkı”nın kullanılabilmesi açısından önemli bir koşul. Gelgelelim, hükümetin tasarısı AİHM’nin bu beklentisine karşılık vermiyor.

“Etkili itiraz” faslında AİHM’nin bir diğer şikâyeti, tutukluların delillere erişiminin kısıtlanmasıdır. Özel yetkili mahkemelerde sanıkların ve avukatların delillere ulaşamadığı durumlarla sıkça karşılaşılıyor. Bu durumda sanık neyle suçlandığını bilmediği için tutukluluğuna itiraz etme imkânından mahrum kalıyor; AİHM de her seferinde vatandaşın bu hakkı engellendiği için Türkiye’yi mahkûm ediyor. 

Yürürlükteki mevzuatta şüphelinin dava dosyasına erişimi üzerindeki kısıtlama “iddianame açıklanana” kadar sürebilirken, tasarıda bu süre 3 ayla sınırlanıyor. Ancak bu düzenlemeden AİHM’nin tatmin olabilmesi güç gözüküyor.
Hürriyet 26.01.2012

Yargı Reformu (2): Tutuklama sorununda ilerleme çok sınırlı

AVRUPA hukuk sisteminin bugün Türkiye’ye dönük başlıca şikâyet konularından biri, mahkemelerin şüpheliler hakkında adli kontrol önlemleri uygulamak yerine çoğunluk doğrudan tutuklama yoluna gitmesidir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tutukluluğu istisnai bir önlem olarak görmesi, önceliği adli kontrol önlemleri yoluyla tutuksuz yargılamaya vermesine karşılık, Türkiye’de özellikle de özel yetkili mahkemelerde tutukluluk, AİHM içtihadının tam tersi yönünde neredeyse rutin bir uygulamaya dönüşmüş bulunuyor. 

Adalet Bakanı Sadullah Ergin tarafından açıklanan yargı reformu paketi bu soruna bir çözüm getiriyor mu?

HÜKÜMETE GÖRE TUTUKLAMA EN SON ÇARE

Bu soruya yanıtı öncelikle hükümetin açıkladığı yasa tasarısının gerekçesinde arayalım. Gerekçede, “Tutuklama en üst derecedeki kişi hak ve özgürlüklerine müdahale eden bir koruma tedbiridir. Bu nedenle ölçülülük ilkesi gereğince tutuklama tedbirine en son çare olarak başvurulmalıdır” deniliyor, tutuklama yerine adli kontrolün “daha doğru bir çözüm” olduğu vurgulanıyor. Çok güzel sözler bunlar. 

Bakan’ın tasarıyla ilgili olarak yaptığı sunumda, getirilen düzenlemelerle “tutukluluk kararı verilmesinin zorlaştırıldığı” belirtiliyor. Ergin’in özellikle tutuklama kararlarına “ayrıntılı gerekçe yazılması” zorunluluğunu, bu hedefe dönük en önemli araç olarak gördüğü anlaşılıyor. Ancak bunun sonucu için uygulamayı görmek gerekiyor. 

Pakette bunun dışında doğrudan adli kontrol önlemlerini konu alan bir değişiklik de var. Bu düzenleme ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun adli kontrolü mümkün kılan ceza sınırları bir nebze esnekleştiriliyor.

Bu yasanın 109’uncu maddesinin birinci fıkrasında “...tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, üst sınırı üç yıl veya daha az hapis cezasını gerektiren bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilir” deniliyor. 

Hükümet tasarısıyla buradaki 3 yıl sınırı 5 yıla çıkarılıyor. Bu durumda bir şüpheli üst sınırı 5 yıl ya da bunun altında hapis cezası getiren bir suçtan dolayı soruşturuluyorsa, hâkim takdir yetkisi içinde şüpheliyi adli kontrole alarak tutuksuz yargılanmasına karar verebilecek.

BÜYÜK DAVALAR ETKİLENMEYECEK

Getirilen esneklik hangi suçları kapsar? Kamuoyunda ve siyasette tartışma yaratan büyük davaları etkileyebilir mi?

Ergenekon, KCK ve Odatv gibi davalara baktığımızda, sanıklara karşı ortak payda olarak Türk Ceza Kanunu’na “devletin güvenliğine” ve “anayasal düzene karşı suçlar” fasıllarından TCK’nın 314’üncü maddesinin işletildiğini görüyoruz. (TCK’nın başka maddeleriyle istenen ek cezalar hariç.) 

TCK 314’te “örgüte üye olanlara beş yıldan 10 yıla kadar hapis cezası verileceği” yazılı. Alt sınır 5, üst sınır 10 yıl. 

Hükümet tasarısında adli kontrol için “üst sınır” 5 yıl olarak tanımlandığından, bu davalarda terör örgütü üyeliği ile suçlanan sanıkların herhangi bir şekilde yararlanabilmeleri söz konusu değil. Balyoz davasında da istenen cezalar daha yüksek olduğu için bu çerçevede bir etki söz konusu değil.

ÖNERİLEN ÇÖZÜMÜN ETKİSİ SINIRLI KALACAK 

Bu düzenlemeden yararlanabilecek tek kategori, örgüt üyesi olmayıp örgüt faaliyetlerine destek vermekle suçlanan sanıklar. Mevcut uygulamada TCK’nın 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrası, “örgüte üye olmasa da örgüt adına suç işleyen” ya da 7’nci fıkrasında “örgüt içinde hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden” kişilerin “örgüt üyesi olmak suçundan cezalandırılacaklarını” belirtiyor. 

Bu durumdaki şüpheliler otomatik olarak TCK’nın 5 ile 10 yıl arasında hapis cezası öngören 314’üncü maddesinin kapsamı içine giriyor. Yeni tasarı bu kategorideki tutukluların durumunu rahatlatıyor. Düzenlemeyle, TCK 220’nin 6’ncı fıkrası kapsamı içinde olanlara verilecek cezada “yarı oranında”, 7’nci fıkra kapsamında olanlarda ise “üçte ikiye kadar indirim yapılması” öngörülüyor. Bu durumda örgüte yardımcı olan her iki kategorideki şüphelilere verilecek cezalarda üst sınır 10 yıldan 5 yıla düşüyor ve kontrolle ilgili getirilen esneklikten yararlanmaları mümkün oluyor. 

Bu durumda yapılacak düzenlemeden örgüt üyelerinden çok basın bildirisi okumak, gösteri yapmak gibi fiillere katılan, ancak TCK 220 çerçevesinde örgüt üyesi suçlamasıyla tutuklu yargılanan örneğin (KCK ve bazı sol örgütlerden) sanıkların yararlanabileceklerini tahmin etmek hatalı olmaz. 

Sonuçta paketin “tutuklamaların yaygınlığı ve uzunluğu” sorunu için getirdiği çözümlerin etkisinin çok sınırlı kalacağını söyleyebiliriz. 
 
Hürriyet 27.01.2012
Sedat ERGİN | Tüm Yazıları
Hits: 2476