Her şeyin kontrolünü elinde tutan 147 şirket

~ 08.12.2011, Nurettin ABACIOĞLU ~
Kapitalist ekonomi çözümlemelerinde metadolojik olarak “Marksist” ekseni tutturan araştırmacıların aşağıda anlatacağıma benzer bir çalışması söz konusu olsaydı, öneminden bağımsız olarak kuşkusuz bu denli yankı sağlamamış olabilirdi. Oysa, manzarayı sergileyenlerin bu türden bir nitelik ve niyetlerinin olmadığı, makaleyi evire çevire okuduğunuzda çok net görülebiliyor. Ve oysa, araştırıcılar “emperyalist restorasyon”un adını telâfuz etmemekle beraber, çok açık olarak, olanın bitenin tam da bu nokta olduğunu belirliyor.
24 Ekimde New Scientist dergisinin 2335 sayılı nüshasında (1) yazıyı okumamın ardından, hemen ilk elde yazılması gereken öncelikli konu olarak gündemime almıştım. Oysa, araya giren ve benim için gündem belirleyici olan diğer konulardan baş alıp da değinemedim. Ekim ayında New Scientist dergisinde çıkan bu makale, daha sonra Fortune Global dergisi tarafından da paylaşıldı. Bu yayınların Türkiye’de henüz çok ilgi çekmiş olduğunu belirlemek pek mümkün değil. Gözden kaçırmadıysam (varsa da bulup çıkaramamak benim eksikliğim sayılmalı), bunu her türlü gecikmeme karşın ilk haberleştiren, bu sütunlardaki 3 Kasım tarihli makalemdir (2). Orada aynen şöyle yazıyorum:
“2010 yılı bakımından dünyada ki 30 milyondan fazla şirket içinde, toplam hasılının % 50 sine yakınını kontrol eden, yani “Herşeyi Kontrol Eden 147 Şirket”in hikayesini, onu nesnelleştiren kaynaklardan alıntılarla, bu sütunlarda bir kez daha değerlendirmek gerekir. Gerekir ki, kapitalizmin ne menem bir burjuva diktatoryası olduğu, dünyayı kontrol eden aile sayısının neredeyse elin parmakları hesabına nasıl denk geldiği ve kanlı paylaşım savaşlarının da neye dayandığı daha somutlanabilsin.”
Sonrasında, bu portalın da yazarı olan Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde 28 Kasımda ana kaynak verilerine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yayımlıyor (3). Sonuncusu ise, yine aynı gazetenin yazarlarından Özlem Yüzak’a ait dünkü köşe yazısı (4).
Portaldaki makalemde haberleştirdiğim konuyu, sonrasında her iki yazarın açarak değerlendirmeleri, asıl makaledeki meramın kamuoyuna mal edilmesi için yeterli olduğu anlamına da gelememektedir. Eğer tersi olsaydı, yeni bir söze gerek yoktu. Ne çare ki, yaşadığımız bu emperyalist restorasyon çağında, halkların sınırları içinde yaşadıkları ulus devletlerde bir soluk alıp verme mücadelesi içinde bile bulunabilmelerinin en temel koşulu ve yolu, gerek restorasyon mekanizmalarının altında yatan nedenin ne olduğunu anlamaya çalışmak ve anlatmaya devam etmekten ve gerekse sağlıktan, eğitime; çevreden enerjiye değin tüm üretim ve hizmet alanlarında tümünün tepesinde oturan finans oligarşisinin dünyayı biçimleme yöntemlerini sergilemeye devam etmekten geçmektedir.
Kapitalizmin tabusu, sermaye birikiminin özünün ne olduğunun halklardan ve halk sınıflarından saklanmasıdır. Tersinden olsa, kapitalist sömürünün mahiyetinin anlaşılmasının önüne geçilmesi söz konusu olamazdı. Kapitalizmin günümüzdeki gelişim süreci dahil tarihsel evrenlenmesi, üretim ve hizmet sektörleri dahil özel mülkiyetteki birikim sürecinin esasen iki ana dayanağa yaslandığını göstermektedir. İlki sermaye yoğunlaşması, diğeri ise sermayenin merkezileşmesidir. Öyleyse ayrıntılarını Marksist literatürün pekçok yapıtında bulabileceğimiz bu temel kavramları “soyutlayarak” ve sadece “tanımlayarak” devam edeyim.
Sermaye birikimi genişletilmiş kapitalist yeniden üretimle ve artı-değerin çap genişleten bölümünün bir kısmının sermayeye dönüştürülmesiyle oluşturulur. Bu bağlamda, genişletilmiş yeniden üretimin de kaynağıdır. Sermaye yoğunlaşması ise, işletme içinde yaratılan artı-değerin biriktirilmesiyle sermayenin çapının büyümesi ve kapitalistin gittikçe büyüyen bir sermayenin sahibi olmasını tanımlamaktadır. Böylece, sermayenin yerel, ulusal ve bölgesel sınırları aşarak büyük ölçüde uluslararasılaşması da gerçekleşir. Sermayenin merkezileşmesine gelince; birçok sermayenin bir büyük sermaye halinde birleşmesiyle sermayenin çapının büyümesi gerçekleşir ve büyük sermaye şirketleri tekeller, tröstler, karteller biçimindeki ekonomilere ve ekonomilerin yönetimine egemen olur.
Farklı düşünürlere özgü pek çok emperyalizm teorisinin derin ayrıntılarının dışında, bir diğer soyutlama alanı olarak Lenin, bu dönemi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak niteler ve saptadığı pekçok özellikleri arasından kapitalist sınıflar arası bir “üst sınıf” belirlenimi saptar. O da banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla bir “finans-kapital”in oluştuğu ve böylece bir finans oligarşisinın yarattıldığını temellendirir.
Marks, Engels, Lenin gibi adları çağrıştıran her türden toplumsal ve bilimsel gerçeklik kapitalist-emperyalist sistem için bir tabudur. Kapitalizm bu düşünür ve eylem adamlarının temellendirdiği gerçeklikleri, olguların sınıfsal özelliklerini okuma biçimlerini ve sömürü mekanizmalarının üstünü sıyıran, onları çıplaklaştıran ve anlaşılabilir kılınmasını sağlayan bütün girişimlerini sadece tabu olarak da görmez ve toplumların nezdinde onları ideolojik olarak günaha tahvil eden retoriklerle korku aracı kılar ve böylece sistemin değişmezliğini vaaz eder. Günümüzde de bu yalanları, “sermaye küreselleşmesinin hukuksal, siyasal, ideolojik ve kültürel pratiklere gereksinimi bağlamında askeri, siyasal, sosyal ve kültürel stratejilerin (emperyalist politikalar) geliştirilmesi” yani “sosyal hegemonya stratejileri ve uygulamaları” olarak ortaya koyar. Altını en kalın çizgilerle bir kez daha çizmek gerekirse, bunun içine sistemi meşrulaştırmak bağlamında merkezi emperyalist ülkelerin elinde sopası, çıkardığı savaşlar da dahildir.
“New Scientist” ve ondan alıntı yapan “Fortune Global” dergisindeki araştırmanın söylemi, yazdıklarımı, kendi yorumlarında “açık sözler” olarak ifade etmemesine karşın, tam da bu manzaranın ne denli gerçek olduğunu ve bugünkü emperyalist restorasyonun içinin, dört göz açılarak okunmasını nasıl da mümkün kılındığını yeniden ve yeniden algı ve bilinçlerin önüne sermektedir.
Şimdi hikayeye geçebilirim:
New Scientist dergisinde yayımlanan araştırma maklesinin sonuçları, İsviçre-Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden S. Vitali, JB. Glattfelder ve S. Batiston adındaki “sistem analisti” üç bilimciye ait. Çalışmanın adı “Şirketlerin küresel denetim ağı-The network of global corporate control.” Çalışma esas olarak Temmuz 2011 de yayımlanıyor. Eylülde yeni bir gözden geçirme ile tekrar kullanıma sunuluyor. Asıl kaynak ise, Cornell Üniversitesi bünyesinde bulunan “arxiv.org” sitesinde (5).
Araştırıcılar iki bileşkeyi çalışmalarına esas almışlar. Bunlar; OECD’nin Ulusötesi Şirket (TCN-Transnational Corporates) tanımı ve aynı kuruluşun ORBIS adlı veribankasında bu tanıma uygun olan şirketleri içeren 2007 istatistikleri.
OECD, ulusötesi şirket ya da varlık olarak birden fazla ülkede yerleşik ve fakat eşgüdüm içinde çalışan ve birden fazla şirket ya da varlık olarak içlerinden birinin merkezi egemenliğinde olan bir kurumsallaşmayı öngörüyor.
1. Orbis veri bankası, 2007 itibariyle dünyadaki 194 ülkede (Birleşmiş Milletlere üye) 37 milyon ekonomik varlık saptıyor.
2. Bunların içinden TNC özelliğine sahip 43 bin 60 şirket ayrılıyor.
3. Bu 43 bin şirketin yayılım gösterdiği ülke sayısı 116.
4. Tümü 1318 bağlantı noktası sayılabilen yapılanmalara dahil. 1381 bağlantı noktası kuruluş, 43 bin şirket dahil, dünyada toplamda 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyor.
5. 43 bin TNC’nin 15 bin 491’i diğerlerinin arasında açık ara en büyük ve bunlar tüm TNC’ler içinde “küresel işletme gelirleri”nin % 94 ünü kontrol ediyor.
6. Tüm TNC’leri kontrolü altında tutan 1381 stratejik bağlantı noktası şirket ise, TNClerin kontrol altında tuttuğu küresel işletme gelirlerinin % 20 sini kontrol altında tutuyorlar.
7. Bunun yanısıra aynı 1381 şirket, toplam küresel gelirin % 60’ını kontrol altında tutuyor.
8. 15 bin 491 büyük TNC içinde 737 daha büyük şirket bütün TNC yapısındaki şirketlerin toplam varlıklarının % 80’ini elinde tuttuğu gibi, bunların içindeki 147 süper varlığın asal payı ise % 40 ı buluyor.
9. Yani her şey bu 147 şirketin ekseninde dönüyor ve bu firmaların dörte üçü yani 110 şirket bankalar ve benzeri mali kuruluşlar.
Raporun önemli başka ayrıntıları da var. Bu yapılanma, kuşkusuz Lenin’in emperyalizm tahlili yaptığı çağda bu boyut ve büyüklüğe erişmemiş olmakla beraber, Marksistgil bir iktisadi metodolojinin hangi tarihte olursa olsun, dünyayı okumakta ne denli başarılı olduğunun en büyük kanıtıdır.
İlaç üretim sektörüne ilişkin uluslararasılaşma analizlerimin dayandığı eksende, odak aldığım verileri Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü veri tabanı oluşturuyordu. Ulaşabildiğim kimi ham verilerin, referans zaman aralığı 2005-2006 dönemiydi. Buna göre dünyadaki mal ve hizmet üretim harcamaları ve satışlar toplamı (dünya toplam katma değer hasılası) yaklaşık 60 trilyon dolar; dünya ticaret hacmi 12 trilyon dolar; çok uluslu şirketler ya da TNC’lerce gerçekleştirilen ticaret hacmini de global hacmin üçte ikisi, yani 8 trilyon dolar olarak belirginleşiyordu. Aynı veri havuzunda 2000 yılı bakımından ulaşılabilen firma sayısı yaklaşık 3 milyon ve bunların içinde ilaç üretim firmalarının sayısı da yaklaşık 100 bin olarak seçiliyordu. En büyük 200 TNC ise, dünya ticaret hacminin yaklaşık % 65’ini, yani diğer ifadeyle 5.2 trilyon doları kontrol ediyordu. En büyük 200 içinde de 5-6 arası uluslararası büyük ilaç tekeli bulunuyordu.
Son rapor ışığında tablo daha netleşiyor. Zirvede oturan ilk 20 nin, finans kapitali temsil ettiği anlaşılıyor ve onlarla içselleşmiş sanayi sermayesi, yani dev bir öğütücü finans oligarşisi dünyaya hükmediyor. Kendi çapını koruma ve yeniden birikim, hem sistemin krizi ve hem de dünyanın dört bir köşesinde halklara savaş dahil dayatılan restorasyon düzenlemeleri olarak dünyanın emek güçlerini bunaltıyor ve bunaltıyor.
O nedenle sosyal hegemonya kurumları olan Dünya Bankasından, Dünya Ticaret Örgütüne; IMF’sinden OECD’ye krizin sermaye adına çevrilebilir olması gerekmektedir. Bu kurumların tümü Vitali, Glattfelder ve Battiston’un raporunda açık edilmiş tabloyu ilk kez öğrenen değil, doğrudan bilen ve rapordaki söz konusu ailelerin ve CEO’larının “super maişet biriktirme macerası”nı garantiye alma çabasındadır. Ülkeler bu kısır döngünün içinde cari açık krizleri içinde debelenmeye devam etmekte; cari açığı tampone etmenin aracı da kamu maliyesini güçlendirecek, yani borçlanmayı sürdürülebilir kılacak iktisat endüstrümanlarının vaaz edilmesinden geçmektedir. Yani daha fazla özelleştirmeyle ulus devletlerin iktisadi faaliyetlerde üretici fonksiyonlarından geri çekilmesi, biriken fonların yeniden yatırım aracı olarak sermayeye kullandırılması, işten çıkarma ve sözleşmelilik üzerinden taşeron ve köle emek kitlelerinin oluşturulması ve başkalarıyla beraber böylece, gayri safi yurt içi hasıla oranlarını yükselterek sıcak para girişini yani basit meta satışını ve işletmesini olanaklı kılmaktır.
Vitali, Glattfelder ve Battiston buna “emperyalizm” dememekte ve araştırma sonucu olarak sürecin bu bağlamda yeni bir restorasyon çağı olduğundan makalelerinde bahsetmemektedir. Bilim, gücünü gerçeklerin açığa çıkarılmasından alıyorsa, burada iki kavşak karşımıza çıkmaktadır. İlki varılan sonucu açık olarak tebliğ etmemek, hangi bilim etosuna sığacaktır. İkincisi ve sonuç olarak, emperyalizmin bir hakikat olduğunu kavramakta ve söylemekte çekimser durmanın getirisi, debelenerek içinde boğulup gideceğimiz sistemin bize biçtiği sondan bizleri kurtaramayacaktır.
 
Meraklısına kaynak:
1) http://www.newscientist.com/article/mg21228354.500-revealed--the-capital...
2) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nurettin-abacioglu/mazide-kalan-bir-hat...
3) Ergin Yıldızoğlu; Süper Varlık-Süper Sınıf; Cumhuriyet Gazetesi, 28 Kasım 2011
4) Özlem Yüzak; Küresel Sistemin Kontrolü 147 Şirkette; Cumhuriyet Gazetesi, 7 Aralık 2011
5) http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf
Nurettin ABACIOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 1758