Sonra yine “yalan söyledik” diyecekler, biliyorum. Çünkü hiçbir zaman vazgeçmedikleri Ortadoğu planlarını habire yenilerken isimlerle, sıfatlarla, kavramlarla canlarının istediği gibi oynama hakkını hep kendilerinde görürler. Binlerce insanın öldüğü kışkırtılmış bir savaş onlar için “bahar”dır. Batı haber ajansları, medyası, yaşadıkları krizin günahını, çamurunu üzerlerinden atabilmek için debelenen siyaset erbabının istediği gibi basıyor düğmeye. İkiyüzlülük suratlarından akıyor. Kimileriyle can ciğer kuzu sarması olduklarını sanki kimse bilmiyormuş gibi Ortadoğu’yu, oradaki yönetimleri sanki yeni keşfetmiş gibi diktatörlerden söz ediyorlar.
Ne yazık, Türkiye’nin medyası da istisnasız, bu savaş kışkırtıcılığının hizmetine koşuyor. Gidişi hiç de iyi görmeyen yazarlar, aydınlar, kimi gazete yöneticileri, gözleri Batı kaynaklarından başkasını görmeyenlere laf anlatamıyorlar.
***
Onlara Werner Biermann’ın Türkçesi Can Yayınları’ndan çıkan “1939 Yazı” adlı kitabını tavsiye ediyorum. Werner Biermann İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl, 1945’te doğdu. “1939 Yazı” bu savaşa giden uzun yolun son dönemini, gün gün olumlu olumsuz kahramanlarıyla 1939 yılını anlatır, insanların çaresizliğini, sürüklenişini, politikacıların ferasetsizliğini ve ihanetlerini yazar.
İhanet kimi zaman pek tatlı, pek iç gıcıklayıcı ve fark edilmez olabilir. Savaş kapının önünde değilse, televizyon kanallarından izleniyorsa film gibi gelebilir.
Ne büyük bir yanılgı, gerçek tam da kapının önündedir.
***
Üç büyük gerçek var bizim hayatımızda.
Her gün bombalar patlıyor, ölüm haberleri gazetelerin birinci sayfalarında. Anneler, babalar çocuklarını ölümden kurtarmak istediklerini yüksek sesle dillendiriyorlar. Parası olanlar askerlik yapmak yerine bedel ödemek istediklerini söylüyorlar. Ve bu istek kim bilir hangi hesapla siyasetin gündemindedir. Oğullarını askere yollayanlar, dağdan kurtaramayanlar büyük bir keder içinde oğullarının dönüşlerini bekliyorlar.
İkinci gerçek; Türkiye de dahil Batı’nın büyük, ama çok büyük bir ekonomik krizin içinde olduğudur. Bizim siyasetçilerimiz halkın çoğunluğunun yaşadığına değil, makro ekonominin istediği gibi yorumlanabilen rakamlarına itibar ederek “teğet”ten söz ediyorlar. Doğru değildir.
“Güçlü” dünya ise kendi krizinin pekâlâ farkındadır, çare arıyor.
“Arap Baharı”, kendi kışlarına aradıkları çarenin bugünkü adıdır.
Üçüncü gerçek; savaş istemeyen, ölmek istemeyen, komşularıyla iyi geçinmek isteyen Türkiye’nin bu “çareye” kurban edilmek istenmesidir. Türkiye’nin bu kadar övülmesinin, yerlere göklere koyulmamasının nedeni budur. Bir yandan pohpohlanırken bir yandan da ağır bir şantajın kucağında Türkiye. Buna “senin de ötekilerden farkın olmayabilir, her gün yaşadığın ölümleri istediğimiz gün başka türlü yorumlayabiliriz” şantajı da denilebilir.
***
Bu gerçekleri değiştirmek gerekiyor.
Peki nasıl?
Batı’nın Irak’ın üzerine çullandığı günlerde gözü dönmüş birkaç yazıcının dışında aydınlar kararlılıkla savaşa karşı çıktılar. Türkiye biraz da “Tanrı’nın eli”nin yardımıyla kıl payı emperyalistin oyunundan kurtuldu. O savaş çığırtkanları şimdi yine meydandalar. Yine “büyük oyunun parçası olmaktan, bu kez kaybetmemekten” söz ediyorlar.
ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında kararsız kalan siyasi iktidarın bu kez heyecandan yerinde duramadığını, bir günde Libya, Mısır politikalarını değiştirebildiğini, Suriye ile kan kardeşliğinden kanlı bıçaklı düşmanlığa geçiverdiğini de hesaba katın.
İyi mi bu durumlar?
Kurt kapanına girmek üzere değil miyiz sizce?
(Cumhuriyet)