Kapitalizmin Krizleri ve Savaşları (Katliamları)

~ 09.11.2011, Selim YALÇINER ~

Kapitalizmin krizleri –yineleyip duruyoruz, karlılıkların düşüşünden kaynaklanan- sonunda savaşlara yol açar. Bu durum, tek tek kapitalistlerin ve onların oligarşilerinin ‘kötü’ olmalarından –kötü, çok kötü olsalar da- değil, kapitalizmin kar denilen olguya bağımlı oluşundan kaynaklanır. Kapitalizm, karsız ayakta duramaz. Krizler, büyük karlılığın yeniden nasıl başlayacağının ortaya çıkmasına kadar kapitalistlerin en etkin bölümünün ayakta kalabilmelerine ve bu ‘olanak’ ortaya çıktığında da en büyük payı alabilmelerine yardımcı olacak savaşlara yol açar. Son iki-üç yüzyıllık dönem, artıkdeğer için ve ondan önceki dönemler de ağırlıklı olarak artıkürün için yapılan savaşlara yeterince tanık oldu. Bu savaşlar, kimilerince ne kadar estetize edilmeye çalışılırlarsa çalışılsınlar, katliamdırlar. Artıkdeğer, yani büyük karlar, yani büyük hırsızlıklar, yani büyük gasplar için yapılan savaşlar, sadece katiam adıyla anılabilirler.

Kar elde etmek için savaş çıkartmaya karar verenler, ‘Bizim şirketlerimiz zor durumda, kar edemiyoruz, batacağız, bu sorunu ancak savaş çıkartarak aşacağız, onun için bize savaş gerekir,’ demezler. Çıkartmayı planladıkları savaşları, savaştıracakları insanları –işçileri, emekçileri, yoksulları- çok yüce amaçlarla ellerine silah verildiğine ve kardeşlerini bu nedenle öldürmelerinin ve onlar tarafından öldürülmelerinin çok büyük dini ve etnik yarar sağlayacağına inandırarak başlatırlar ve yürütürler. Gezegenin gördüğü en büyük bayramlar, savaşlar bittiğinde yaşanan bayramlardır ve insanların sevinci, bu bayramlarda, kutlamalarda elle tutulur hale gelir. Birçok sanat yapıtı, savaşlar öncesinde egemen yapıların yürüttüğü ve ağırlıklı olarak dini, mezhepsel ve etnik kışkırtmalardan oluşturulan propagandalar sonucu savaşa büyük bir heyecanla katılanların, savaş sonrasında, eğer yaşıyorlarsa, nasıl savaş karşıtı olduklarını anlatır. Ve bu böylece yinelenir de yinelenir. Egemenler, savaşlara her zaman bir takım gerekçeler bulurlar ve sömürülenleri bu gerekçeler uğruna ölmeye, öldürmeye ikna ederler. Her savaştan sonra, bir çavuşun kahramanlıklarını anlatan sözüm ona sanat ürünlerinin, savaşın katliam olduğunu, savaşa katılan son derece namuslu aile babalarının nasıl tecavüzler yapabilen bir saldırgana dönüştüğünü ve savaşların bir avuç egemene yaradığını anlatan gerçek sanat ürünlerinden çok daha fazla ‘satılması’ sağlanır.

Biraz somutlayalım. Almanya’nın en büyük sanayi kuruluşlarından Krupp, 1920’lerde, zor durumdadır. Sadece Essen kenti neredeyse tümüyle kendine ait olan, Almanya’nın başka birçok kentinin de ekonomisini belirleyen ve yüzbinlerce işçi çalıştıran Krupp, iflasın eşiğindedir. Şirketin sahibi, Herr Krupp, yöneticilerine, krizden çıkabilmelerinin yollarını gösteren raporlar hazırlamaları talimatını verir. Bir dizi dosya hazırlanır. Bu dosyalarda, Krupp şirketlerinin hangi ürünü ne kadar üretmeye başlarlarsa krizden çıkılabileceği, ayrıntılarıyla yer almaktadır. Her Krupp, daha açık adıyla Gustav Krupp von Bohlen und Halbach, büyümeye ve iktidara gelmeye çalışan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Başkanı Adolf Hitler’i malikanesine, bir akşam yemeğine davet eder. Krupp’un karısı, bu ilk davette, ev sahibesi olarak yerini almaz ancak bu cılız tepki ne Herr Krupp’u ne de Hitler’i zerrece etkilemez. İki adam, Krupp’un yöneticilerinin (sekiz adet müdür sıfatlı şahıs) hazırladığı dosyalar üzerinde ayrıntılı çalışmaya başlarlar. Hitler’in 1933’te Krupp’un büyük desteğinden de yararlanarak iktidara gelmesiyle birlikte de, bu dosyalar aynen yürürlüğe konur ve Krupp kurtarılır, eksik tarafı olan kimya sektörü de, bizzat Hitler tarafından verilen emirlerle oluşturulur ve Krupp’un kullanımına sunulur. Savaşın sonuçlarını biliyoruz. Kaç milyon insan, Krupp gibilerinin kurtarılması için can verdi, perişan oldu, tüm gezegen tarafından biliniyor.

Günümüze gelelim. Paul Krugman’ın The New York Times’te geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Bombs, Bridges and Jobs” başlıklı makalesinde, Askeri Keynesçiler’in askeri endüstrinin ‘kalkındırılması’ için yürüttükleri çabaların Başkanlık ve Kongre düzeylerinde gördüğü ilgiye yer veriliyor. ABD’nin askeri endüstrisinin geliştirilmesinin açıkça tartışıldığı ve bu konuda karar süreçlerinin hızlandırıldığı, makalede yer alıyor. Bunun ne anlama geldiğini anlatmaya gerek yoksa da, sıkıcı olma pahasına konuya bir kaç cümleyle değinelim. Kamunun, ABD devletinin yani, askeri yatırımlara kaynak ayırması demek, askeri ve bağlantılı –birçok alanı kapsıyor- üretimin artırılması demek, bu da, üretilenlerin satılması, ihraç edilmesi büyük oranda demek, bu da, savaş demek, kısaca, katliamlara neden olunması demek.

İş, Amerika Birleşik Devletleri’nin silah üretimini artırmasıyla bitmiyor. Almanya’da da, dual-ikili kullanıma olanak verebileceği gerekçesiyle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yasaklanmış olan bazı üretim dallarında, serbestleştirmenin sağlanması amaçlanıyor. Açalım. Almanya, 1945’ten sonra, özellikle ABD ve İngiltere’nin baskılarıyla, bazı sektörlere girmesi, bu sektörlerde üretim yapması yasaklanmış bir ülke. Dual-ikili kullanım; bir üretim sürecinin sivil ve barışçı kulanım yanında askeri ve savaşçı kullanıma da yarar sağlayabileceği durumlarda devreye giren bir kavram ve Almanya’nın şu anda kitle imha silahları denilen nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar da üretmesine olanak verecek sektörlere yaklaşmasını engellemek amacıyla devreye sokulmuş. Almanya, bu engeli aşabilecek 21 sayfalık bir tasarı üzerinde çalışıyor. Tasarı, ikili kullanım engelleri konulurken yer verilen ‘insan hakları’ kavramına hiç ama hiç değinmiyor, Der Spiegel’in haberine göre. İnsan hakları, Almanya’nın başka ülkelere, yakınlara gitmeyelim, uzaklara bakalım, örneğin Çin’i eleştirirken kullandığı bir kavram. İş, kendi sorunlarını, krizini aşmaya gelince, insan hakları kavramı birden unutuluveriyor. Nasıldı, ele verir talkını, kendi yutar salkımı.

Almanya deyince, bu ülkenin işçi sınıfı hareketinin efsane önderlerinden Rosa Luxemburg’u ve Karl Liebknecht’i, savaş karşıtı tutumlarından dolayı Alman oligarşisinin katilleri tarafından feci şekilde öldürülmeleri bağlamında anmamak olmaz. Krupp savaş planları yaparken, Rosa Luxemburg barış için mücadele ediyordu. Gustav Krupp von Bohlen und Halbach bugün Hitler’le birlikte savaşı planladığı için lanetle –savaş sırasında tam istihdam sağlanmış olsa bile- anılıyor, Rosa Luxemburg ise gönüllerde sevgiyle yerini alıyor.

Kime sorulsa, rasgele, “Savaşmak ister misin?” diye, yanıt olumsuz olur, “Allah korusun” sözleri duyulur. Bir kişi bile, “Savaş iyidir, savaşalım,” demez. Ancak, o gün geldiğinde, oligarşilere savaş gerektiğinde, savaşın kutsallığı üzerine yapılan yaygaraya sosyalistler komünistler dışında büyük çoğunluk kapılır ve “Savaş olmasın” diyenlerin sesi, akla gelmedik yöntemlerle kısılır. Öldürülür, hapse atılırlar, kimsenin kılı kıpırdamaz. Fırtına diner gibi olduğunda hatta, Rosa Luxemburg’un adı, egemen yapıların ağzında sakız bile olabilir. Sanki savaşı çıkaran kendileri değilmiş gibi. Savaş karşıtlarına ise, Rosa Luxemburg öldürülmeseydi de mücadelesine devam edebilseydi, O’nun döneminde yüzde yirmiler dolayında oy alan komünist partinin bugün, aradan 90 yıl geçtikten sonra bile, yüzde dörtler beşlerde kalıp kalmayabileceğini düşünmek kalır.

Karamsarlık yaymak değil, yeni düşünceler, biçimler geliştirmenin önemine değinmek bu yazının konusu.

(Solhaber)

Selim YALÇINER | Tüm Yazıları
Hits: 1615