'Mahkûmun dilemması'nı hatırlamadan edememek...

~ 17.09.2011, İsmet BERKAN ~

ÜNİVERSİTEDE matematiksel iktisat derslerinde biraz olsun ‘Oyun Teorisi’ okumuş olan herkes biliyor ki, devlet-PKK görüşmelerinde başa gelen şey, tipik bir ‘Mahkumun Dilemması’ örneği.

Mahkumun dilemması, 1950 yılında Amerika’da RAND Şirketi için çalışan matematikçilerin geliştirdiği bir ‘oyun.’ Burada asıl amaç, nükleer savaş tehlikesinde karşı tarafın nasıl hareket edeceğini tahmin etme çabasıydı. Ama ‘oyun’ o kadar iyi ve tutarlıydı, gerçek hayatı o kadar iyi yansıtıyordu ki, ekonominin ve siyasetin her alanında, müzakere yapılan her alanda kullanıldı.

Oyun şöyle: Bir banka soyulmuş, polis iki zanlı yakalamış. Zanlılar iki ayrı hücrede. Savcı onlara ayrı ayrı şu teklifi yapıyor: Ya itiraf edecekler ya da susacaklar. Eğer biri itiraf eder öbürü susarsa itirafçı kurtulacak, susan 1 yıl ceza alacak. Eğer ikisi de itiraf ederse 6 ay ceza alacaklar. İkisi de susarsa 1 ay cezayla kurtulacaklar.

Bu oyun gerek bilgisayarda gerekse gerçek hayatta milyar kere milyarlarca defa oynandı. Ezici çoğunlukla ortaya çıkan sonuç tarafların itiraf etmesi.
Çünkü bireyler kendi çıkarları için hareket ediyor, çıkarını maksimize etmek istiyor ve karşısındakini satıyor. Oysa ikisi de sussa en yüksek çıkarı elde edecekler ama karşı tarafa güvenmedikleri için itirafı seçiyorlar.
Hadi eskiden bu oyun bilinmiyordu, sonuç da böyle oluyordu. Ama 60 yıldır biliniyor, yine de biline biline aynı sonuç alınıyor.
PKK ile görüşmelerde de durum bu. İki tarafın da çıkarını maksimize edeceği durum barış hali. Ama herhalde şöyle düşünüyorlar: ‘Ben barış der, karşımdaki savaşa devam ederse ben kaybederim.’
İşte bu karşılıklı güven sorunu yüzünden herkes kendi çıkarının peşinde oluyor, kararlarını böyle oluşturuyor. Herkesin ortak çıkarının maksimize olduğu yer olan barışa bir türlü ulaşılamıyor.
PKK tasfiye edilmekten korkuyor, Türk tarafında siyasetçi siyasi zarara uğramaktan.
Mahkumun dilemmasındaki gibi oyunlara ‘toplamı sıfır olmayan oyunlar’ deniyor.

Başbakanın bir zamanlar çok sevdiği ifadeyle ‘kazan-kazan’ durumları ancak bu çeşit oyunlarda ortaya çıkabiliyor. (Toplamı sıfır olan oyunlarda bir tarafın kazancı öbür tarafın kaybı oluyor, yani kazan-kazan durumu ortaya çıkmıyor.)
Kürt sorununda da ‘kazan-kazan’ durumunu yaratmak mümkün aslında. Ama ‘mahkumun dilemması’ çözülmezse, korkarım ‘kaybet-kaybet’e gideceğiz.
Daha doğrusu, zaten uzun yıllardır ‘kaybet-kaybet’ pozisyonundayız.

Başbakan’ın iki önemli teorik yanlışı

BİRİNCİ büyük yanlış, laiklikle ilgili.
Başbakan Tunus’ta, ‘Biz’ diyor, ‘Anglosakson tipi laiklik veya başka batılı bir laiklikten söz etmiyoruz.’
Tam olarak neden söz ettiğini söylemiyor ama anladığımız Başbakanın muradı, devletin laik prensiplerle yönetilmesinin kötü bir şey olmadığı, bireylerin dini inançlarının bu yolla güvence altına alındığı...
Tamam ama Anglosakson laikliği, yani ‘sekülerizm’ tam da bu. Yönetimin dünyevileşmesi, din kurallarına dayandırılmaması ama yurttaşların dini özgürlüklerini alabildiğine yaşayabilmeleri, devletin dine karışmaması.
Bizde sağ siyasetçiler öteden beri Fransız türü laikliğe, hatta bunun daha da sertleştirilmiş versiyonu olan Türk tipi laikliğe karşı çıktılar. Hatırlayın, Necmettin Erbakan sık sık, ‘Amerika’daki gibi olsun biz onu istiyoruz’ dedi.
Başbakan belki de laiklikle sekülerlik arasındaki farkı karıştırıyor...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci büyük teorik yanlışı, devlet-hükümet farkı konusunda.
Bu konuda çok da iddialı Erdoğan, muhalefeti ‘devlet hükümet farkını bilmemekle’ eleştiriyor.
Kusura bakmasın ama bu farkın ne olduğunu ben de bilmiyorum. Daha önce birkaç kez yazdım, devlet ile seçilmiş hükümetin birbirinden ayrı, hatta zaman zaman bağımsız varlıklar olduklarını kabul edersek, işin sonu Ergenekon’a, derin devletin meşrulaşmasına kadar varır.
Herhalde Başbakanın istediği bu değildir.

Kim sızdırdı tartışması yan bir tartışma ama MİT önemli

BİZİM kafamız maalesef böyle çalışır oldu. Devlet ile PKK arasındaki görüşme tutanaklarının sızması sonrası sorulan iki soru vardı: Zamanlama manidar mı, kim sızdırdı?
Bizde zamanlama hep manidardır. Yarın da sızsa manidar olacaktı, dün sızdığında da öyle oldu, tam Başbakanın Mısır gezisine denk geldi, bazıları zamanlamadan ötürü ‘İsrail yaptı’ deyiverdi.
Tek farklı görüş Radikal’de Akif Beki’nin yazdıklarıydı. O, sızıntının Milli İstihbarat Teşkilatı’nın içinden, bu teşkilata dışardan gelen müsteşar Hakan Fidan’a kazık atmak isteyen birileri tarafından yapılmış olabileceğini yazdı.
Sonra bir gördük ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da böyle düşünmektedir. Tunus yolunda gazetecilere bunu ima etti.
Kürt sorunu bağlamında bence kimin sızdırdığı bir yan konu, ana konu değil. Ama eğer Başbakan ve Akif Beki haklıysa, konu MİT açısından ve bizim ‘derin devlet’ geleneğimiz açısından merkezi önem kazanıyor.
Hakan Fidan, MİT’e müsteşar yardımcısı olarak adım attığından beri aleyhinde pek de alışıldık olmayan bir kampanya yürütülüyor. Sahipleri halen hapiste olan bir internet sitesine konulan manipülatif haber, İsrail gizli servisinin MİT Müsteşarını açıktan düşman ilan etmesi, bu son sızdırma...
Başbakan da zaten Hakan Fidan’a dönük yıpratma çabalarından söz ediyor gazetecilere.
Daha önce, Emre Taner döneminde Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı kaynaklı kimi dokümanlarda MİT’in sırf Kürt sorunu bağlamında çalışma yapılıyor diye ‘vatana ihanet çalışmaları’ içinde olduğu yazıldı. Üstelik zamanın Genelkurmay Başkanı’nın ‘Bir daha olmayacak’ diyerek söz vermesine rağmen bu olay tekrar da etti.
Şimdi de, Hakan Fidan’ın bir aşamasında ‘siyasi müzakere için Başbakan tarafından görevlendirilerek’ katıldığı PKK müzakerelerinin gizliliği ihlal edilerek bu yöndeki çabalar dinamitlenmek isteniyor. Ama bu sefer gözler Genelkurmay’da değil, MİT’te...
Bakalım başka neler göreceğiz...

(Hürriyet)

İsmet BERKAN | Tüm Yazıları
Hits: 1473