Hakikaten, polisin dağda ne işi var?

~ 11.08.2011, Kadri GÜRSEL ~

PKK’nın temmuz ortasındaki Silvan saldırısından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Teröre karşı çok daha farklı stratejiler uygulayacağız” dedi.
Bunlar merak celbeden sözlerdi.
Çünkü Ankara’dakilerin bu gök kubbe altında şu ana dek, “teröre karşı” uygulamadığı bir strateji bildiğimiz kadarıyla kalmamıştı. Türkiye’nin uluslararası meşruiyetini muhafaza etmek koşuluyla yapılabilecek olanlardan söz ediyoruz tabii... Yoksa ancak bir parya devlet konumuna sürüklenmek göze alındığında tatbik edilebilecek eski uğursuz “stratejiler” de var biliyorsunuz.
Gerçi 90’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümetlerinin “terörle mücadele” adına yaptıkları da meşruiyet kaybı uçurumunun kenarlarında dolaşmaktan pek farklı değildi...
Mesela “yanmış toprak”... Yakılan, yıkılan yüzlerce, binlerce köyden sürülerek varoşlarda sefalete mahkum edilen insanlar...
Ya da “ölüm mangaları”... PKK milisi ya da aktivisti olduğu gerekçesiyle, çok sayıda insanın tutuklanmak ve yargılanmak yerine karanlık infazlarla ortadan kaldırılması...
Bakalım neymiş bu “farklı strateji” diye beklerken işte bunları hatırladık.
Neyse ki uzun süre geçmedi ve birkaç gün sonra gördük ki kastedilen gerçekten de ne bir “strateji”ymiş ve ne yeni ne de “farklı”ymış. Şapkadan çıka çıka, bir moda tabirini ödünç alarak ifade edelim, “retro” bir dizayn çıktı: “Polis özel harekât birlikleri”...
Eski “özel harekâtçılar” 90’lı yıllardaki “terörle mücadele”nin insan hakları ve hukuku hiçe sayarak sürdürülmesinde baş rollerden birini oynamışlar ve bu yüzden bölge halkının nefretini kazanmışlardı. Ve asıl görev alanları kırlar değil, kentlerdi.
Medyada yer alan haberlerden yeni “özel harekât” birimlerindeki polis sayısının 6 bin seviyesinden 15 bine kadar yükseltileceğini ve bunların kırsalda görev yapacaklarını öğrendik. Haberler doğruysa ki yalanlayan çıkmadı, özel harekâtçılar obüs, havan ve roket gibi ağır silahlarla da teçhiz edileceklermiş.
“Ağır silah” deyince orada bir durmak lazım.
Malum, AKP Türkiye’sinde polisin ağır silahlarla donatılacağından ne zaman söz edilse bazılarının kaşları yukarı kalkar.
Hele Başbakan Erdoğan’ın 9 Şubat’ta Emniyet teşkilatını “statükonun bekçisi değil, değişimin öncüsü ve ileri demokrasinin savunucusu” ilan etmesinden sonra...
Bu “değişimin öncüsü”ne sahra topu verileceğinden söz edilir olmuşsa, kaşların daha da yukarılara kalkması ve hatta ağızların açık kalmasına şaşırmamak gerekir.
Düşünün ki bir Başbakan bu kadar açık ve net biçimde emniyet teşkilatını partisinin siyasi sloganları üzerinden tanımlıyor ve polisten AKP’nin siyasi misyonu doğrultusunda hareket etmesini istiyor...
Şimdi birileri, “Bunun konuyla ne ilgisi var? O obüsler, havanlar, roketler PKK’ya karşı; terörle mücadele için” diyebilir.
Ben de onlara, “Polis topçusunun terörle mücadele dediğiniz alanda ne gibi bir geçerliliği olabilir?” derim.
Benim bildiğim topçu orduda olur.
Topçusu olan bir polise, başka her şey denir, “polis” denmez.
Her neyse, bu “paralel ordu” tartışmalarının konumuzla ilgisi gerçekten de ikincil derecede.
Önce başlıktaki soruya bakalım: Hakikaten, polisin dağda ne işi var? Bu soruya bir cevap verelim, ondan sonra bu son derece spekülatif “paralel ordu” konusuna belki değiniriz.
Diğer taraftan, bütün bunları yapmak söz konusu olduğunda kendimi bir “dil sorunu”yla yüz yüze kalmış hissediyorum.
İzahat: 2009’da AKP’nin Kürt sorunuyla münasebetlerinde kullandığı dil yarım yamalak da olsa “açılım dili”ydi. Sonra kendi beceriksizlikleri yüzünden ağızlarını yaktılar ve dilleri savaşa sürçmeye başladı. 2011’de, hele de seçimlerin ardından AKP ve medyasının artık “savaş dili”yle konuştuğuna tanık oluyoruz. Muhatap da bulmuyor değiller. Çünkü Kürt hareketi de bu dili isteyince “iyi” konuşuyor.
O zaman, Kürt sorununa ortak menfaatler temelinde barışçı ve demokratik, yani siyasi bir çözüm bulunmasını savunan bendeniz de bu kez üzülerek de olsa kendimi savaş dilinin kavramlarıyla ifade edeceğim. Savaşın dilinden başkasını anlayamayanlara sözlerimin ulaşması maksadıyla bu dilin teknik bir üslubunu kullanmaya kendimi mecbur hissediyorum.

(Milliyet 07.08.2011)


Hakikaten, polisin dağda ne işi var? -2-

Serinin ikinci yazısına başlıktaki soruyu genişleterek başlıyorum: Polisin dağda silahlı gezen PKK’lılara karşı bir işinin olabilmesi için koşullar elverişli midir?
Cevap olumsuz.
Neden böyle olduğunu izah etmeye bugünkü silahlı çatışma ortamının bir değerlendirmesini yaparak başlamak gerekiyor.
Bunun için de çatışmayı üç döneme ayırarak incelemeliyiz. Birincisi, Eruh baskınıyla başlayıp Birinci Körfez Savaşı’nın sonrasına kadar süren 1984-1991 dönemi...
İkinci dönem, 1991’deki Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın Kürt bölgesinde doğan otorite boşluğu sayesinde PKK’nın burada stratejik üsler oluşturmasıyla başladı. PKK bu üsler sayesinde Türkiye’deki eylemliliğini dramatik biçimde tırmandırdı.
İkinci dönem, 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle sona ermiştir. Bu dönemi 2004’e kadar süren bir genel eylemsizlik parantezi izledi.
Üçüncü dönemin zeminini ise 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi neticesinde oluşan siyasi konjonktür meydana getiriyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’taki PKK üslerine yönelik geniş çaplı ve uzun süreli stratejik kara harekâtları icra edebilmesinin siyasi koşullarının ortadan kalkması, tezkerenin reddinin doğurduğu en önemli askeri sonuç oldu. TSK’nın eli kolu bağlanmışken PKK’nın eli serbest kaldı. Halen geçerli olan bu asimetri sayesinde örgüt 2004’te Kandil’deki erişilemeyen ana üslerinden hareketle yeniden eylemliliğe başladı.
2004’ten bu yana çatışmanın üçüncü döneminin içinde bulunuyoruz.
Ve üçüncü dönemin ana askeri karakteristiği TSK aleyhindeki asimetridir ki bu da “TSK’nın PKK’ya stratejik mukabelede bulunamaması” olarak özetlenebilir.
İkinci ve üçüncü çatışma dönemlerini PKK açısından mukayese edince örgütün kırsal alanla ilişkisinde temel bir yaklaşım farkının ortaya çıktığını görüyoruz.
PKK’nın ayrılıkçı hedefleri bakımından 1991-99 arasındaki ikinci çatışma döneminde kırlar, klasik manadaki “Maocu halk savaşı stratejisi”nin uygulama alanıydı. Önce kırsal alanlarda kurtarılmış bölgeler oluşturulması ve sonra buralardan kentlere doğru stratejik taarruz...
Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’nın bu girişimini 93-94’ten itibaren kırlarda alan hâkimiyetini tesis ederek akamete uğrattı. Stratejik bölgelerin insansızlaştırılması da PKK’ya verilen cevabın bir parçasıydı.
Bugün de geçerliliğini koruyan bu koşullar dramatik biçimde değişmediği müddetçe kırsal alanın PKK tarafından yeniden 90’lı yıllardaki gibi stratejik amaçlarla kullanılması güç dengeleri açısından imkânsızdır.
Ama aynı zamanda gereksizdir de...
Çünkü aradan geçen zaman içinde Kürt sorunu siyasallaştı, kitleselleşti ve kentleşti. Dağlar artık Kürt sorununun sıklet merkezi değil. O merkez Diyarbakır...
PKK açısından dün stratejik önem arz eden kırlar bugün artık taktik alandır. Dolayısıyla PKK’nın dağlarda büyük mevcutlarla gezmek, bütün dağları tutmak, kurtarılmış bölgeler tesis edip oralardan şehirleri tehdit etmek gibi bir amacı çok uzun zamandır yok. Kürt hareketi önceliğini kentlerde alternatif iktidar aygıtları ve toplumsal örgütlenmeler oluşturmaya verdi.
90’lı yıllarda PKK için şiddetin örgütlenmesi ve tatbiki, ayrılıkçı stratejiyle doğrudan ilişkili merkezi bir konuydu.
Bugün PKK için silah ve şiddet öncelikle bir müzakere aracı. PKK bunları hem Türkiye Cumhuriyeti, hem Türk kamuoyu, hem de Kürtlerle müzakere yöntemi olarak kullanıyor.
Ya da silahlı bir propaganda metodu olarak...
Dolayısıyla, bugün PKK’nın belirli bir silahlı “dağ kadrosu”nu elde tutması, bir savaş stratejisinin gereği olmaktan ziyade Kürt hareketinin varoluşsallığıyla ilintili siyasi ve psikolojik bir mevzuudur. Kürt sorununun varlık kanıtlarından sadece biri, ama aynı zamanda bir pazarlık kozu...
Netice itibarı ile “başı” Türk güvenlik güçlerinin erişemediği Kandil’de “konjonktürün güvencesi” altında olan, buna mukabil çok geniş bir alana yayılan gövdesi ise zamanla değişen eylem anlayışı nedeniyle hayli esnekleşmiş, arızi hareket eden bir şiddet örgütlenmesi söz konusu.
AKP hükümeti askerin bu yapıyla mücadelede başarılı olamadığına hükmetti; şimdi polis özel harekât timlerini PKK’nın şiddet uygulama kapasitesini azaltmaları için dağa gönderiyor.

(Milliyet 08.08.2011)


Hakikaten, polisin dağda ne işi var? -3-

Serinin ikinci yazısında, PKK için şiddetin 90’lardaki gibi ayrılıkçı bir savaş stratejisinin uygulama aracı olmaktan çıktığını ve artık bir müzakere yöntemine dönüştüğünü yazmıştım. 2004’te yeniden başladıkları eylemliliğin ana karakteristiği budur. Nerede ve nasıl tatbik ederse etsin, PKK, şiddeti TC hükümetiyle ve de Türk ve Kürt kamuoylarıyla bir müzakere aracı olarak kullanmaktadır.
Dolayısıyla, 90’lı yıllarda stratejik önem arz eden dağlar da PKK için artık bir taktik alandır.
2004’ten bu yana izlediği eylemliliği mercek altına alınca, bu taktik alanda, değişken ve sınırlı miktarda silahlı güç bulundurarak son derece esnek ve hatta arızi bir varlık gösterdiğini saptıyoruz. 90’lı yıllarda bu böyle değildi. O zaman daha sistemli, daha görünür ve dolayısıyla daha öngörülebilir idiler. O yıllarda verdikleri ağır kayıpların bir nedeni de budur.
Bugün şiddeti, ağırlıklı olarak Kürt hareketinin genel siyasi durum değerlendirmelerini dikkate alarak, seçtikleri herhangi bir yerde, lüzumlu gördükleri doz ve süreyle kullanıyorlar.
Bir PKK saldırısı, icra edildiği bölgenin koşullarına özgü bir “savaş mantığı”yla açıklanamıyor artık. Bu saldırılar genellikle tüm Türkiye’ye mesaj vermek ve kendince siyasi sonuçlar elde etmek üzere düzenleniyor.
Mesela son günlerde Bitlis, Çukura ve Hakkâri’de polisi hedef alan kanlı PKK eylemleri yukarıdaki paragraflarda tarif ettiğim türdendir. Hükümetin polis özel harekât timlerini PKK’ya karşı dağlara gönderme kararını aldığı günlerde PKK’nın şehir merkezlerinde polise saldırması anlamlıdır.
Netice itibarı ile PKK’nın kırsal alandaki sistemsiz, görünürlüğü ve öngörülebilirliği düşük hareket tarzı polis özel harekât birimlerinin çalışma koşullarını 90’lı yıllara nazaran daha elverişsiz kılmaktadır.
Kaldı ki 90’larda özel harekâtçılar dağlarda çok sınırlı olarak kullanılmışlardı. Ana faaliyet alanları kentlerdi.
Diğer taraftan 90’lara nazaran koşullar sadece polis için değil, yukarıda özetlediğim nedenlerden ötürü asker için de elverişsizdir.
Şimdi içinde olduğumuz 2010’lu yıllarda, bu ikinci nesil özel harekâtçı polisler dağlarda ne yapacaklar?
Varsayılan, PKK’nın saldırı düzenleme kapasitesini azaltacaklarıdır.
Görünüşte hükümet, askerin başaramadığı bu işi polisin başarmasını umuyor sanki... Bu da beraberinde birçok soruyu ve konuyu akla getiriyor.
Bugün kırsal bölgelerde PKK’ya karşı alan hâkimiyetini tesis edenler askerlerdir. Beş on bin özel harekâtçı polisle doğu ve güneydoğu Anadolu’nun geniş coğrafyasında askere alternatif alan hâkimiyeti kurulması söz konusu bile olamayacağına göre...
Askerle polis arasında sahada uyum, koordinasyon, bilgi ve istihbarat akışının sağlanması gerekiyor ki “özel harekâtçılar” hükümete umduğunu verebilsin.
90’larda bu vardı. Malum o zaman hükümetle asker arasında da “tak-şak” diye tabir edilen bir ilişki söz konusuydu. Birinci nesil özel harekâtçıların bölgeye duhulü de yeni bir “terörle mücadele konsepti”nin parçası olarak askerle koordinasyon içinde gerçekleştirildi.
Bakalım bugünün Türkiye’sinde yeni özel harekâtçıların sahadaki sevk ve idaresinde polis ve asker arasındaki ilişkiler karşılıklı güven temelinde nasıl tezahür edecek?
Anlık istihbarat ve gelişmiş gözetleme araçları, hızlı intikal için yeterli sayıda genel maksat helikopteri sadece askerin elinde mevcut.
Yani polisin, askerin başaramadığı işi dağda askerden bağımsız olarak başarması mümkün değil.
Hükümet, “Askerin elindeki bazı imkânlar polisin elinde de olsun” der ve misal, polise sahra topu gibi ağır silahlar da verirse, bu sefer “askere alternatif polis ordusu” spekülasyonlarına kapı aralanacak.
Neticede hükümet bütün sorunlu yönlerine rağmen polis özel harekât timleri seçeneğini ileri sürerek, Türk kamuoyunda PKK saldırılarına karşı etkin önlem alındığı izlenimini uyandırmakta şimdilik başarılıdır.
Buna karşılık özel timlerden, Kürt sorununu çözmek yerine PKK’lıları ortadan kaldırmaya odaklanarak devam etmenin, sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir sonuca hizmet etmediğinin bir kez daha kanıtlanması dışında bir “başarı” beklemek yersizdir.

(Milliyet 11.08.2011)

Kadri GÜRSEL | Tüm Yazıları
Hits: 1814