Sen çizginin ne tarafındasın?

~ 12.07.2011, Başar BAŞARAN ~
Bir ölüme göre hizalanalım bakalım. Metin Öğretmen’in cansız bedeni bir çizgi gibi dursun yerde, kimimiz bu tarafa, kimimiz öbür tarafa geçelim. Çok zor da olmayacak böyle, nasılsa fraksiyon, görüş ayrılığı falan tartışmayacağız. Eylemin haklılığı, haksızlığı üzerinden bir mesele de olmayacak bu. Bir ölüm ve onun karşısındaki tavra ilişkin en insani yanımızla konumlanacağız.  ‘’Efendim bence sol…’’ un ötesindeyiz şimdi.  Hoca derse girdi, sessizce yerimize oturacağız. Ve birazdan teker teker tahtaya gelerek, olanlardan ne anladığımızı anlatacağız. Artık bundan kaçış yok. Yarım ağız tartışmaların, karnından konuşmaların, tali nedenlerin sonuna geldik. Kendilerine solcu diyenler artık gerçek bir hesaplaşmanın arifesindedir. Memelerimizin altındaki cevahirin aydınlığını insanlık ile sınayacağız. Herkes ölür ama bazılarının ölümü tarihte kırılmalara neden olur. Metin Lokumcu üzerine yükselen tartışmalar bize böyle bir durumun içinden geçtiğimizi gösteriyor.
 
Her gün nice insanın yok pahasına yitip, unutulduğu ülkede Hoca’nın bedeninin hala yerde duruşunun bir anlamı var. Çünkü sınav henüz bitmedi. Üstelik bunun neticesi, ne referandum gibi eğilip bükülebilecek, ne de Ergenekon gibi Kaf dağının ardında olacak. Zil çaldı mı, takke düşecek, kel görünecek. Ortadan konuşmaların sonuna geldik.  Muktedirin dilimize pelesenk ettiği şu ‘’uzlaşma’’ retoriğini çöpe atmanın vaktidir. Bu konu üzerinde baştan farklı düşünen hiç kimse, sonunda diğeri ile anlaşmış olmayacak. İkna edilmenin ve etmenin işlevsizleştiği andayız. Diyalog, hoş görü, empati… Hepsinin de canı cehenneme!  İşte ölüm orada, ya o yandasın, ya bu yanda. Şimdi ortanın sonundayız. Gideceğimiz bir yer kalmadı. Eteklerimizdeki taşlar dökülecek, belki kendimiz bile kendimizi ilk kez göreceğiz. Sahicilik geldi varlığını dayattı. İnsanın tavrı renk vermenin kaçınılmaz olduğu anda anlaşılır. Şimdi bir ‘’ ama’’nın daha kalmadığı zamandayız. Ne diyor Melih Pekdemir, ‘’bizden gitmek vaktidir.’’ O yüzden sevmesek de görünür olacağız. ‘’ Murat Hoca kantarın topuzunu biraz kaçırmış’’, ‘’Çok abuk bir yazı canım, sıcaktan herhalde’’ , ‘’ Bu üslup yanlış arkadaşlar, hepimiz solcuyuz’’, ‘’ Hem Sırrı hem de Murat bence hatalı’’,  ‘’ Kalp hastasıymış ama adam’’ ve daha sayısız kıvırmaların tükendiği yerdeyiz.
Ölümün öbür yanında kalanlarla selamı sabahı kesmeye hazır mısınız?

SEVGİSİZLİĞİN BELGESİ
Şimdi her birimiz Murat Belge kadar net olacağız. Yürekli tavır budur. Bakın Metin Lokumcu’nun adını dahi ağzına almıyor. Yazdıklarında, gizlemediği bir kızgınlıkla ondan ‘’Ölen adam’’ diye bahsediyor. ‘’Ben bilmem’’ diyenlerin bir eşi olmuş artık, ne güzel.  O halde bundan böyle ben de Murat Belge’ye hep  ‘’O, bu, şu adam’’ diyeceğim.  Metin Hoca’nın adını ağzına almayanın adını ben de ağzıma almayacağım. O adam, Hopa hakkındaki ilk sözlerini ‘’ Yurtdışı seyahatinden önce, buradaki siyaset yapma biçiminden bunaldığı’’ için ettiğinden söz ediyor. Haksız değil. Gerçekten de sıkıcı buralar. Derelerin ve bebelerin derdine düşmüş insanlar biteviye gaz, cop ve dayak yiyorlar. Bildiğiniz alaturkalıklar işte. Ne romanları yazılıyor, ne resimleri çiziliyor, ne de müzikleri besteleniyor. Öylece sahipsiz, gecekondu bir öfke işte. Bereket kendisi gibilerin yaratıcı zekâları var da, bu süfli işleri büyük örgütlerle ilişkilendirebilen tezler üretip, biraz olsun çekici kılıyorlar. Bir anda işin içine heyecan, derinlik giriyor. Yoksa sıradan bir varoluş talebi yüzünden dayak yiyen insanların ülkesinde insanın içine fenalık gelir. Helsinki’ye mi gidiyormuş acaba? Nedense bana hep öyle geliyor. Buranın sıkıcılığını yurtdışı gezisi öncesinde hissetmesi ne hoş öyle değil mi? Demek tam uçağa binerken bu ülkeye olan nefreti depreşiyor. Biz kendisinin bu duygusunu ‘’12 yıl sonra 12 Eylül’’ kitabından biliyoruz. Orada sabahları işe giden, ekmek kavgasında, sıradan aile babaları için her evde bir ‘’ Kenan Evren’’ tanımlaması yapıyordu. Umurunda değildir buralar, bu evler, içinde yaşananlar. Lokumcu’nun adını da ağzına almaz, varlığından da haz etmez. Yüzüne baktığınızda gördüğünüz bu ülkeye ve insanına olan sevgisizliğidir.
Yazısında Hoca’nın ölmesine neden üzüldüğünü anlatırken, ‘’ Sahip olduğumuz tek şey hayatımızdır ve bana göre bunun ikincisi yoktur. Dolayısıyla bu hayatın kendi normal sonuna varamadan bir insanın elinden alınmasını olabilecek en kötü şey olarak görüyorum’’ diyor.  Yahya Kemal’in ''Ölüm değildir hayatın en müşkül işi, müşkül odur ki ölmeden evvel ölür kişi'' dediğini duymamışa benziyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamayı kutsamak, ‘’Ölen adam’’ dedikçe ‘’kendisi ölen adam’’ için öngörülebilir bir bakış açısı değil mi?  Gözümün önüne düzenin esareti altında olsa da, biraz daha yaşamak için elinden geleni yapan insanlar geliyor. ‘’Dr. Oz Show’’ geliyor, koşu bantları, Anti-aging reçeteleri, botokslu insanlar geliyor. Sistemin nefes almayı yaşamak, diye tarif edişine nasıl da inanmış bu adam? Sonra kulağımda, Ahmet Kaya’nın sesiyle patlayan Orhan Kotan’ın şiiri çınlıyor   ‘’Her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü,  aç ve arkasız, köpekleşerek, yaşamak dersen bu yürek çat diye çatlasın ulan!’’   Anlayamadığımızdan değil böylesini görmediğimizden bakakalıyoruz. Binlerce insanı bir düş için kaybetmiş bir hareketin içinde yaş alarak,  saygınlık devşirerek bir noktaya gelip de bu sözleri edebilmek… Yerin bu gaddar çekim gücüne kızsam da ondan ürküyorum. Bugün doğru şeyler söyleyenlerimizin arasından, yarın bu adama benzeyen kimler çıkacak? Merak etmeden edemiyorum, acaba hangimiz bu denli düşeceğiz? İçimizden kimlerin hayatı yılışık bir lastik gibi uzadıkça uzayacak?  Göreceğiz.

AHMET İNSEL SIRASINI SAVDI MI?
Kuşkusuz ki bu tartışmaya bigâne kalanların yeri bu adamın yanı olacaktır. Tarafsızlığın, solun doğası gereği bir tarafı işaret ettiği andayız. Burada sükût kimse için bir seçenek değildir. O yüzden hepimiz konuşacağız. İşte Ahmet İnsel’in Pazar günü Radikal 2’de yazdıklarında bu sezginin yansımasını görmek mümkün. Yazar makalede adeta bir doğum sancısı çekiyor. Söylemese olmuyor, söylese olmuyor, yalnızca susamayacağını biliyor. O yazıya bakarak İnsel’in sadece bu yöneliminin sahiciliğine güvenebiliriz. Yoksa gösterdiği tavırla asla yetinemeyiz. Zira kendisi, makalede hem bir şeyleri eleştirirmiş gibi yapıyor, hem de ne bir isim, ne de net bir fikir ortaya koyuyor. ‘’O adam’’ın Hopa olaylarını Ergenekon ile ilişkilendiren marazi sözlerine, kökünü tarih ve sosyolojiden arayan bir temellendirme çabası ile  ‘’ özür dileyerek’’ karşı çıkmıyor, eleştirmiyor, yalnızca katılmıyor. Ahmet İnsel katılmamak ile karşı çıkmak arasında bir çizgide yerini çok net belli ediyor. Böylece hem itiraz etmemiş olmanın yükünden kurtulmayı, hem de mevcut çevresi ile ilişkilerine bir zarar getirmemiş olmayı hedefliyor. Bir söz söylemiş olmakla kendi entelektüel namusunu kurtarmayı amaçlıyor. İnsel makalesinin omurgasını, toplumsal olayların her zaman önceden belirlenmiş durumlar olmadığı, iradi ve rastlantısal gelişmelerin bir karışımı olacağı tezi üzerine oturturken her iki tarafa da hak vermenin konforuna sığınıyor. Ezcümle herkesle merhabasını sürdürüp, tahtada kendi sırasını savıyor. Doğrusu öyle yaptığını zannediyor. Çünkü ders henüz bitmedi ve Metin Hoca kül yutmuyor. İnsel, böylesi keskin durumlarda bir aydının, ne söylediğinden çok ne söylemediği ile değerlendirileceğini unutuyor. Dolayısıyla sırasını savmış olmuyor, bilakis bu kaytarma hevesi sayesinde kendisini  ‘’O adam’’ın yanında buluyor.
 
En dürüst olanımız her daim yazıdır. Çalım atan yazarı hemen ele verir. İnsel’in makalesinde bunun örneğini buluyoruz. Onu takip edenlerimiz ifade gücü açısından yetkin bir yazar olduğunu biliriz. Oysa bu yazıda makalenin çatısını acemice oluşturamadığını görüyoruz. İlgisiz ve haddinden fazla yer verilmiş bir tezkere örneği ile açtığı yazıda, bir türlü sadede gelemiyor. Besbelli içinde taşıdığı samimiyet sorunu, bir yazar olarak onun elini, kolunu bağlamış. Okura, müellifin kafasında ne ile boğuştuğunu hemen jurnalliyor. Öyle ki, yazı boyunca İnsel’in adeta vicdanı ve pozisyonu arasında gidip gelen bir sarkacı kontrol etmek için uğraştığını fark ediyorsunuz. Bir cümle haktan yana olursa öbür cümlede onun fazlasını alacak bir ihtiyatı muhakkak gösteriyor. Sonuç itibariyle ona yazarken epey acı verdiğini anladığımız bir metin ortaya çıkıyor. Şiş de kebap da fena halde yanmış oluyor. Ancak bu yazının önemi tartışmanın o tarafa sıçramış olmasından iler geliyor. Çünkü İnsel bunu yaparak ‘’O adam’’ın sözlerine, böyle de olsa sessiz kalmanın imkânsızlığına işaret etmiş oluyor. O cenahta Ümit Kıvanç ve Tanıl Bora gibi haysiyet ve samimiyet konusunda hassas olan yazarların bu konuya girmelerinin yolunu açmış oluyor. Dahası onlara görmezden gelemeyecekleri bir davetiye yolluyor.
 
O yüzden şimdi geri dönülmez bir tartışmanın içindeyiz. Ertelenmiş sözlerin söylenme zamanı geldi. Solun ve solculuğun hem marka değeri hem de havası var. Onun için herkes solcu.  Fakat an gelir, taraf olmak bazı ilişkileri bozmayı kaçınılmaz biçimde dayatır. Üstelik düşmanlar her zaman Ertuğrul Özkök gibi dişleri sökülmüş, itibarları yitmiş, bize hayrı kalmamış adamlar olmayabilir. Diyelim Santral’desiniz, sabahları oturup onunla bir kahve içmek de hoş oluyor hani, ama şimdi ‘’Ondan gelecek hayır Allah’tan gelsin’’ diyebilmenin vaktidir. Böylesi bir sevgisizliği yalnızlaştırmak boynunuzun borcudur. Bizi belirleyen tercihlerimizdir. Lokumcu’nun ölümü açacağı bu tür bir tartışmayla birlikte, umarım solda sahicilik üzerine bir polemiğin derinleşerek sürmesine hizmet edecektir. Samimiyet ve gerçeğe sadakatimizi, onaylanma ve kariyer beklentisinden ayırabildiğimiz anda resim çok daha net ortaya çıkacaktır. Bir de bakmışız ki, dün bir araya gelemediklerimizle yan yana düşmüşüz, bugün yanımızda olanlar bizden ne kadar da uzaktalar…

(Birgün 12.07.2011)

Başar BAŞARAN | Tüm Yazıları
Hits: 1573