12 Haziran seçimleri

~ 11.07.2011, Aydın CINGI ~
Seçimden önce yapılmış olan tüm kamuoyu yoklamaları, iktidar partisinin, hükümeti tek başına kurmasına yetecek bir çoğunluğa ulaşmasını öngörüyordu. Aslında AKP için önemli olan, yeni anayasayı, parlamentoda yer alacak diğer partilerle müzakere etmek zorunda kalmadan yapabilmesini sağlayacak üçte ikilik çoğunluğu (367 sandalye) sağlamaktı. AKP, seçim zaferine karşın, söz konusu eşiğin çok altında kaldı.
İlk gözlemler
Aslında AKP’nin seçim başarısının belirginliği karşısında gözlemciler pek fazla yorum yapmadan genelde bu olguyu sergilemekle yetindiler. Aslında parlamentoya giren partilerin hepsi de, aynı anda, hem kazançlı hem de kayıplıdır. Gerçekten de, AKP iktidarı üstüste üçüncü kez tek başına elde etmeyi başardı; ancak, bu kez, 2007’de olduğundan daha az milletvekilliği kazandı. Aslında AKP için esas sorun, üçte ikilik çoğunluğun da ötesinde, tek başına bir anayasa taslağı hazırlayıp referanduma gidebilmesine elverecek beşte üçlük çoğunluğu da (330 sandalye) kılpayı kaçırmış olmasıdır. Mevcut parlamento dağılımı AKP’yi diğer partilerle müzakereye zorunlu bırakacaktır. Esasen bu, belki AKP için olumsuz; ama Türkiye demokrasisi için olumlu bir gelişmedir.
CHP, bu seçimden 2007’ye oranla daha çok sayıda milletvekili ile çıkan tek partidir. Ayrıca, elde ettiği oy oranı da, dört yıl önceki seçime göre %5 kadar arttı; ne var ki psikolojik bir bariyer gibi kabul edilen %30’luk eşiğin epey altında kalarak partilileri belirli ölçüde düş kırıklığına uğrattı.
Oyların %13’ü ile parlamentoda yer alan üçüncü parti olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’yi hedef alan seks kasetlerinin olumsuz etkileri komplocuların umdukları boyutlara varmadı. MHP’nin bu kadar aleyhte koşullarda dahi ayakta kalmayı başarabilmesi kendisi açısından bir başarı olarak kabul edilebilse de, bu dönem 2007’ye göre çok daha az sayıda milletvekili çıkarabilmiş olması yine de başarısızlıktır.
Seçimin ikinci galibi ise Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’dir. Bu parti tarafından desteklenen 36 bağımsız adayın Meclis’e girebilecek oy oranına ulaşmış bulunmaları (toplamda %6,64) ve Kürtlerin ve bazı marjinal sol görüşlerin parlamentoda temsil edilecek olmaları olumludur. Ancak, demokratik ülkelerde eşi benzeri bulunmayan %10’luk seçim  barajı bu sayının çok daha fazlasına ulaşılmasını engelledi. Bu da BDP’yi, kuşkusuz ki,  mutsuz etmekte.
Dolayısıyla, 2011 seçimi ortaya aynı anda hem mutlu hem de mutsuz dört parti çıkardı. Ancak bu seçimin mutlak bir mağlubu var; o da, 12 küçük partinin (sağ, merkez-sağ, İslamcı, uç ulusçu, sol, uç sol) oluşturduğu grup. Bir önceki genel seçimde 11 küçük parti toplam %12,93’lük bir orana ulaşmışken, 2011’de sayısı 12 olan bu küçükler grubunun toplam oy oranı %4,54’e varabildi. Bunların da %2’si iki İslamcı parti arasında bölüşüldüğünden, diğer 10 küçük parti %0,04 ile %0,76 arasında değişen toplam %2,53’lük bir oy pastasını paylaştı. Seçmenin bu seçimde “yararlı oy” mekanizmasını işletmiş olması, bir başka deyişle “oyum boşa gitmesin” kaygısıyla davranmış bulunması küçük partileri eritti ve büyük partilerin, özellikle de AKP’nin, işine yaradı.
Bu son seçimin ardından, Türkiye parti sisteminin, AKP (merkez-sağ, muhafazakar ve İslami duyarlılıklı) ve CHP (merkez-sol, sosyal demokrat duyarlılıklı) gibi iki büyük ve de MHP (Türk ulusalcı) ve BDP (Kürt ulusalcı) gibi iki küçük partiden oluştuğu saptanıyor.
AKP neden başarılı oldu?
AKP’nin seçim başarısı konjonktürel/siyasal olduğu kadar yapısal/kültürel bazı nedenlerden kaynaklanıyor.
A) Konjonktürden ve uygulamadan kaynaklanan ve AKP’nin genellikle lehine ama bazen de aleyhine rol oynamış bulunan nedenler arasında önce ülke ekonomisini saymak gerekir. Gerçekten de AKP’ye başarı getiren esas etken ekonominin sağlıklı görüntüsüdür: yüksek büyüme temposu, tek haneli rakamlara düşmüş enflasyon ve istikrar havası. Şu anda GSMH takriben %9’luk bir oranla büyüyor. Bu oran, dünya sahnesinin ön planında görünmeye başlayan yükselişteki diğer ülkelerin büyüme oranları düzeyindedir. Bu arada büyüyen cari açığın oluşturduğu tehlike potansiyeli ise sıradan seçmenin görüş alanının ötesindedir. Öte yandan işsizlik, özellikle de gençler arasında artıyor. Ne var ki, Türkiye aile yapısının sağladığı dayanışma ortamı, işsizliğin doğurabileceği sosyal sorunları, hele kırsal bölgelerde, önemli ölçüde giderebilmekte. Gelir dağılımındaki bozulmanın artması, bölgelerarası eşitsizliğin derinleşmesi, yine AKP aleyhine kısıtlı ölçüde rol oynamış olan faktörlerdir. Öte yandan, seçimden kısa süre önce gerçekleştirilmiş bir kamuoyu araştırmasına göre seçmenlerin %48 kadarı yaşam koşullarının görülebilir bir gelecekte düzelmesini umduklarını belirtiyorlardı. İktidar partisinin yarattığı ortama dönük bu algı, AKP açısından, seçimin hemen öncesinde çok olumlu ve belirleyici bir çıkış noktasıydı.
AKP Hükümetleri, geçmiş iki döneminde altyapıya dönük önemli iyileştirmeler gerçekleştirdi. Kara, demir ve havayolu ile ulaşımda önemli gelişmeler sağlandı; yurdun her yanında tesisler açıldı. Sosyal konut ve sağlık alanında ilerleme kaydedildi ve reform yapıldı. Bir partinin, neredeyse on yıllık iktidar döneminde belirli iyileştirmeler sağlaması beklenir. Ancak bütün bunlar, seçmene, kendisinde iktidara karşı neredeyse bir borçluluk duygusu yaratacak biçimde ballandırılarak anlatıldı ve seçmen tarafından çoğunlukla olumlu algılandı. Bu arada, söz konusu uygulamaların yanısıra, yolsuzluk olağanüstü boyutlara vardı. Ancak, 12 Eylül 2010 referandumuyla kabul edilen anayasa değişiklikleri ile bir kesim yargı yürütmenin sultasına sokuldu. İktidara yakın çevrelerin çok açık yolsuzluklarının ısrarla görmezden gelinmiş bulunmasının en çarpıcı örneği, Deniz Feneri konusunun iki yıl bekletilip seçimden sonra ele alınmış olmasıdır.
On yıldır işleyen parti mekanizmasının bu kez de kusursuz işlemesi AKP’nin seçmenle ilişkisini ayrıca kolaylaştırdı. AKP, kökenleri dolayısıyla, muhafazakar seçmen tarafından İslam’ın sözcüsü hatta savunucusu gibi algılanıyor. Üstelik Erdoğan, söylem ve eylemini ortalama muhafazakar seçmenin yaklaşımlarına göre ayarlayarak onun kendisiyle özdeşleşmesini sağlayabiliyor. Bütün bunlar, AKP’ye getiri sağlamış faktörlerdir. Buna karşılık AKP yönetici kadrosunun interneti yasaklama, alkol kullanımını engelleme vb noktalara varan uç muhafazakarlığı, hileli sınavlara ilişkin vurdumduymazlığı gençleri ve aydınları sinirlendiriyor.
Öte yandan, en masum gösterilerden en kitlesel yürüyüşlere kadar tüm sokak muhalefetini aşırı şiddet kullanarak bastıran polisin zaman zaman gaddarlığa varan tutumunun da Başbakan’ın olurunu aldığı pek ala biliniyor. Sınırsız iktidarı ve basın, silahlı kuvvetler ve sivil toplum örgütleri de dahil tüm muhalefeti susturmaya yönelik güç politikaları; en küçük rant alanını dahi kendi siyasal etkisi dışında bırakmama eğilimi; Türkiye’de bir başkanlık sistemi kurgulama hevesi, Erdoğan’ın pek çok siyasal gözlemci tarafından Putin’e benzetilmesine yol açmakta. Gerçekten de, demokratikleşme sürecinin ekonomik gelişmeye ayak uyduramamış olmasının birincil gerekçesi Başbakan’ın otoriter, hatta otokratik eğilimleridir. 
Türkiye, bölgesinde belirleyici roller üstlenmeye aday bir ülkedir. Artmakta olan öneminin bilincindeki Türkiye, son yıllarda, başarılı ya da başarısız, ama çok aktif bir dış politika izliyor. Ülkenin gittikçe önemli bir uluslararası güç konumuna gelmesi ve Erdoğan’ın diplomatik platformlarda yerli yersiz meydan okur tavırları, kendini Batılı güçlere karşı on yıllardır zayıf bir durumda görmekten usanmış Türkiye kamuoyu tarafından beğeniliyor. 
B) Ülke nüfusunun sosyo-kültürel yapısı ve çok partili demokrasiye geçilen 1950’den bu yana düzenlenmiş yasama meclisi seçimlerinin sonuçları çok değerli veriler içerir. Türkiye nüfusunun aşağı yukarı üçte ikisi, “sosyal değerler” konusunda yıllardır gerçekleştirilmekte olan araştırmalara göre, “muhafazakar” olarak nitelenebilmekte. 1950’den bu yana yapılmış seçimler de, esasen, bu bulguyu doğrulamaktadır. Kendinden önceki tüm sağ ve merkez-sağ ana akımlar gibi, AKP de, başarısını bir ölçüde bu yapısal/kültürel olguya borçludur.
Çok partili demokrasiye fiilen geçildiği 1950’den bu yana tüm genel seçimlerde milliyetçi-muhafazakar oylar %55-%75 dolayındadır. Siyasal İslam kendi partisini örgütleyerek ilk kez 1973 seçimine katıldı. Milliyetçi sağ dışarıda bırakılırsa, ana sağ akımın (sırasıyla DP, AP, ANAP, DYP, AKP) ve diğer muhafazakar partilerle siyasal İslam’ın oy toplamı, sürekli olarak %50-%65 arasındadır. İslamcı parti 1991’de %16,88; 1995’te %21,38% ve 1999’da %15,41%  elde etmişti. Oysa İslamcı partinin oyları 2000’li yılların ilk seçiminde, yani AKP’nin katıldığı ilk seçimde birdenbire %2’ler düzeyine indi. Bu olgu, siyasal İslamın AKP bünyesinde eridiğinin ve AKP’nin 2002 ile 2011 arasında muhafazakar eğilimli bir kitle partisine dönüştüğünün göstergesidir. 
AKP’nin müthiş bir zafer gibi takdim edilen başarısının aslında göreceli olduğu da böylece ortaya çıkıyor. 1950’den bu yana yapılmış 16 genel seçimin sonucuna göre, bu zafer, merkez-sağ ve İslamcı sağ oyların, (1969 ve 1977’den sonraki) en düşük üçüncü oy toplamı ile elde edilmiş oldu. Erdoğan’ın becerisi, kuşkusuz ki, milliyetçi sağ dışı tüm sağ ve İslamcı oyları kendi partisinin şemsiyesi altında toplayabilmektir. Küçük partilerin erimesinin ve de özellikle 2007’de %5,43 oy almış merkez-sağ Demokrat Parti’nin bu seçimde yalnızca %0,65 oranında oy alabilmiş olmasının AKP’nin oy kabarmasında önemli payı vardır. Görülen odur ki, AKP bu seçimde mevcut siyasal potansiyelinin tümünü süpürdü. Eğer seçmenlerin zihin haritasını dönüştürerek kendine yeni alanlar yaratamazsa artık AKP’nin siyasal yelpazede kaplayabileceği yeni alanlar kalmadı. Ancak gelişmekte olduğu görülen sosyal demokrasinin, AKP’ye, kendi kendini çökerterek de yeni alanlar yaratabileceği unutulmamalıdır.
CHP’ye ilişkin bazı görüşler 
CHP bir işçi hareketinden doğmamıştır. Cumhuriyet’i kuran ve kurduğu düzeni korumaya yönelen bir parti olan CHP, 1960’lı yılların ortasından itibaren, merkezin soluna yönelmeye başlamıştır. 1920’li yıllarda, Cumhuriyet’in kurulmasını izleyen dönemde çok kapsamlı reformlar yapıldı. Esasen kurucuları, CHP’yi, söz konusu reformların uygulanması yoluyla hızlı bir modernleşmeye öncülük edecek bir siyasal aygıt olarak tasarlamıştı. Ancak bu çok hızlı dönüşümün sosyal gerilimlere yol açması kaçınılmazdı. İşte bu gerilimlerin tetiklediği çevre tepkisi, aşağı yukarı 80 yıldır, CHP’nin kimliğinde laik Cumhuriyet’e karşı oluşmuş siyasal muhalefetin başlıca sermayesidir.
Bu nedenledir ki, “çevre-merkez” karşıtlığı, Türkiye siyasetini biçimlendiren en önemli ayrışma çizgisi olagelmiştir. “Merkez” ile özdeşleştirilen, yani alışkanlık kırıcı, zorlayıcı ve laik normları yukarıdan aşağı indirmiş otorite olarak algılanan CHP, muhafazakar popülist sağ akıma karşı her seçime birkaç adım geriden başlamaya mahkum olmuştur. Çevreyi temsil eden popülist akım, halk nezdinde, hep İslami değerlerin tek taşıyıcısı olmuştur. Demokratik süreci kesintiye uğratan askeri müdahaleler, Cumhuriyet değerlerini aşındıran popülist akımların aşırılıklarını durdurup laik Cumhuriyet düzenini onardıktan sonra iktidarı sivillere devretmiştir.  Ancak bu müdahalelerin her biri alaşağı edilen sağcı liderden bir mağdur, bir siyasal kurban yaratmış ve onun bayrağını yeni bir popülist önder devralarak ait olduğu geleneği bir sonraki seçim için avantajlı bir çıkış noktasına taşımıştır. Erdoğan ve partisi bu geleneksel senaryodan 2000’li yıllarda yararlanan siyasal aktörlerdir. Ancak son on yıldaki siyasal gelişmeler geçmişten gelen bu rol paylaşımının artık gerçekle uyuşmadığını açıkça gözler önüne sermektedir. Gerçi Erdoğan son seçim kampanyası süresince bile bir tür “mağdur-muktedir” kisvesiyle tarihin CHP’ye geçmişte yüklemiş olduğu engelleyici rolü meydanlarda halka anımsatmaktan geri durmamıştır. Ancak kendi düzenini kurmuş ve statükosunu oluşturmuş olup karşıtlarını her türlü aracı kullanarak ve her türlü yolu mübah görerek ezen bir liderin ve partisinin “geleneksel mağdur” rolü inandırıcı olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır. Saptanan odur ki, eski şemaya göre artık norm koyucu olan AKP merkezde, sürekli örselenen CHP ise çevrededir.  
Bu olgulara karşın, durum saptamasını gerçekçilikle yapabilme vakti bulamayan bir kesim seçmen hala daha CHP’yi otoriter devletle özdeşleştirmektedir. Bunda CHP’nin yakın zamana değin sergilediği uç ulusçu ve içine kapanmacı yaklaşımların ve laik düzeni korumaya yönelik çarpıcı reflekslerinin payı vardır. CHP bünyesinde Mayıs 2010’da temel bir değişiklik meydana gelmiştir. Eski genel Başkan Baykal istifa etmek durumunda kalmış ve yerini Kemal Kılıçdaroğlu’na bırakmıştır. Yeni Başkan ve ekibi CHP’yi dar bir ulusçuluktan uzak konumlara ve sosyal demokrasi normlarıyla bağdaşan yaklaşımlara doğru yönlendirmektedir. 
CHP, gerçekten de, çok uzun süredir sıradan insanlardan ve onların günlük sorunlarından uzak kalmıştı. Oysa sağ muhafazakar partiler, hem popülist üslupları hem de siyasal alanda sürekli kullandıkları İslami değerler sayesinde onlarla hep yakın ilişki kurabiliyorlardı. Kılıçdaroğlu, 2011 seçim kampanyası boyunca, Türkiye’nin 81 ilinin tümünde miting düzenlemiştir. Yakın kadrosuyla birlikte, CHP’nin daha önceki kampanyalarda görmezden geldiği yoksul mahalleleri ve az gelişmiş bölgeleri dolaşmıştır. En yoksul halk kesimlerine, aile sigortası gibi sosyal politika enstrümanları yoluyla daha müreffeh bir yaşam vaat etmiştir. Sonradan yapılan araştırmalar, seçmenin bu yakınlaşmalara ve bu türden mesajlara duyarsız kalmadığını ortaya koymuştur.
Yeni CHP’nin, belirli bir seçmen kesiminin önyargılarını sarsmak için zamana ihtiyacı vardır. Siyasal takvim seçim hazırlığı için kendisine bu kez yeterli süre tanımamıştır. AKP’nin yüksek oy oranına ve CHP’nin beklentilerin altında kalmasına bakarak yapılan analizler, seçim sonucunu CHP için genelde bir tür yenilgi gibi sunma eğiliminde görünmüşlerdir. Oysa bir önceki seçime göre oylarını %5, milletvekili sayısını da 23 kadar arttıran CHP’nin, sınırlı da olsa, bir başarı elde ettiği ileri sürmek daha isabetli olur. 

(Bu yazı, tarafımdan Avrupa Sosyalist Partisi ve Fransız Sosyalist Partisi için yazılmış makalenin kısaltılmış Türkçe çevirisidir.)

Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 2221