İktidar Partisinin Kampanya Süresince Üslubu

~ 10.06.2011, Aydın CINGI ~
12 Haziran 2011 genel seçiminden hemen önce, yani kampanyanın hemen sonunda ve de seçim sonuçları ortaya çıkmadan önce bazı saptamalar yapılmalıdır. Çünkü seçim sonuçları etkisiyle yapılacak değerlendirmeler, seçim öncesindeki izlenimleri bir anlamda silebilecek; birkaç aylık kampanya sürecine ilişkin önemli gerçekleri unutulmaya mahkum bırakabilecektir. Kampanya boyu tüm partilerin tutum ve söylemlerinde belirli ölçülerde etik ve tutarlılık sorunları göze çarpmıştır. Ancak bu yazının konusu, bu alanda başı çektiği saptanan iktidar partisinin kampanyasıdır
 
Asimetrik kampanya
 
Bu kampanya boyunca oluşan tüm çarpıcı olayları burada sergilemek olanaksızdır. Ancak gözlemcinin dikkatini öncelikle çeken olgu kamu olanaklarının ve medyanın partiler arasında eşitsiz paylaşımıdır. İktidar partisi, hükümetin emrindeki kamu görevlilerini olabildiğince kendi hizmetine seferber etmiş; kendi kampanyasını ülkenin değişik köşelerinde resmi açılış bahanesiyle –büyük ölçüde devlet bütçesinden- yürütmüştür. Bu bağlamda her iktidarın, icraatı çerçevesinde gerçekleştirmesi gereken olağan hizmetler yurttaşa yapılan lütuflarmış gibi sunulmuştur.
 
Zaman ilerleyip çağ değiştikçe iktidarların da yapması zorunlu olan icraat vardır. Tüm yurttaşların vergileriyle, üstelik de önemli bir kesimi çarçur edilerek gerçekleştirilen bu hizmetler, kampanya boyunca sanki Başbakan’ın cebinden finanse ediliyormuş gibi sunularak seçmende yersiz bir borçluluk duygusu uyandırma çabasına girişilmiştir. Yarım yüzyıldan fazladır tek başına iktidara gelememiş bir partiye “bak ben neler yaptım, sen ne yaptın?” diye hesap sorulması insafsızlıktır. “Niye icraat yapma konumuna gelmeni sağlayacak seçimleri kazanamadın?” sorusunun yanıtı da salt kazanamayanların beceriksizliğinde değil, belirli sosyolojik gerçeklerde yatmaktadır.
 
Başbakan ve iktidar sözcüleri, yandaş kanallarda ve “patronlarını yola getirdikleri” eski yansız kanallarda bu minval üzere neredeyse 24 saat boyu şakımıştır. Ne var ki, bunların her zaman ikna edici olabildikleri öne sürülemez. Örneğin yandaş gazetecilerin CHP Genel Başkanı’na yönelttikleri SSK dönemi ile ilgili soruların, Kılıçdaroğlu’nu “yolsuzluk algısı” konusunda Erdoğan ile aynı kefeye koydurmayı başaramadığı görülmüştür. Öte yandan, kampanya süresince, iktidar partisi tarafından sömürülmedik kavram ve başvurulmadık demagoji yöntemi kalmamış; seçim başarısına dönük her türden etiksizlik mübah görülmüştür.
 
Kutuplaşma, sömürü kavramları, bel altı vuruşlar
 
Erdoğan, kampanya boyunca ve hele son mitinglerinde toplum içinde sürekli kutuplaşma yaratmış, kendisi çoğunluk tarafında yer alarak azınlığa yüklenmiştir. Nitekim “Sünni” izleyicilerin çoğunlukta olduğunu bildiğinde “Alevi” azınlığı; çoğunluğunu sıradan yurttaşların oluşturduğu kalabalıklara da “aydınları” yuhalatmıştır. Toplum sürekli olarak “biz” ve “onlar” ya da “ötekiler” olarak ikiye bölünmüştür. Kamplaştırma çabaları o aşamaya varmıştır ki, ayrışmış kitleleri kampanya sonrasında da bir araya getirmek zor olabilecektir.
 
Din, mezhep ve siyasal İslam’ın takıntılarından olan “kadın/cinsellik” de kampanyadan nasibini almıştır. Bu bağlamda TÜSİAD’ın kadın Başkanı’nın “pornoculuk” eğilimi(!), bu türden köktenci dışavurumların uzmanı Bülent Arınç tarafından güya “teşhir” edilmiştir. Başbakan her mitingde Kılıçdaroğlu’nun art niyetsiz kullandığı “statükonun Allahı Ankara’dadır” deyişini sömürü konusu yapmış; muhalefet partisi liderinin Alevi olduğunu Sünni çoğunluğa sürekli biçimde anımsatmıştır.
 
Eski defterler karıştırılmış, her toplantıda “Dersim” konusu açılmış, hepimizin TRT’sinin “arkası yarın” tipi yayınlarıyla Menderes’in idamı ekseninde “kefen” ve “mağduriyet” edebiyatına başvurulmuştur. Her kesime oynayan AKP, “mağduriyet” kisvesinin simetriği ve tamamlayıcısı olan “darbeci asker karşıtı kudretli iktidar”  gösterisini de, kampanyanın son günlerinde doksanlık iki 12 Eylülcüyü sorguya çektirip bazı üst düzey komutanları tutuklatarak sergilemiştir. “Din” ve “tek parti” temelinde bir taşla iki kuş vurma amacıyla CHP’nin vaktiyle camileri ahır yaptığı öne sürülmüştür.
 
Öte yandan MHP, kampanya boyunca, AKP’nin neredeyse ana hedefi konumuna gelmiştir. Bu partinin %10’luk baraj altında kalmasını, dolayısıyla da AKP’nin anayasayı tek başına yapması için gerekli çoğunluğu elde etmesini sağlama amacıyla çok çaba harcanmıştır. MHP’nin üst düzey yöneticilerine karşı tezgahlanmış olan “faili meçhul” kaset komploları Başbakan tarafından mitinglerde bolca kullanılmıştır. Hele bir mitingde Erdoğan, işin içine Baykal’ın kasetini de katarak mealen şöyle söylemiştir: “Bunlar özel hayata karışılmaz diyorlar; insanın özel hayatı meşru karısıyladır. Bu görülenler özel değil (bağırarak) genel, genel!” Erdoğan’ın bu deyişiyle yaptırmak istediği bel altı çağrışımlar kimsenin gözünden kaçmamıştır.
 
Tehditler ve ayıplar
 
Erdoğan genel olarak karşıtlarını aşağılamaktan kaçınmamış, zaman zaman ağzına geleni söylemiştir. Karşısında yer alan görüş sahiplerine karşı tahammülsüzlüğünü üst noktalara tırmandırmış; iş adamı İnan Kıraç’ı salt AKP’yi avantajlı konumda göstermeyen bir tahmin açıkladığı için “risk yüklendiği” konusunda uyarmıştır. Kendi deyişiyle “bayan” gazeteci Nuray Mert’e “namert” demiş, Abbas Güçlü’yü YGS işinin peşini bırakmadığı için tehdit etmiş, hızını alamayıp CHP’ye destek öneren The Economist’i de fırçalamıştır. Bu bağlamda, dış dünyaya karşı -sosyal demokrat muhalifler olarak- yıllardır göstermeye çalıştığımız gerçek yüzünü Erdoğan son dönemlerde doğal davranış ve deyişleriyle bizzat açığa çıkarmıştır.
 
Kampanyaya damgasını vuran olgulardan birisi de, AKP’nin korumacı ordusunun ve polisin hoyratlığıdır. Bu alanda doruk noktasına Hopa’da ve Bingöl’de ulaşılmıştır. Hopa’da ölen emekli öğretmenden “bir tanesi ölmüş; adını bilmem…”, tankın üstüne çıkmış kişiden “kadın mı, kız mıdır…” tarzında söz etmesi de Recep Tayyip Erdoğan’ın ayıplarındandır. Devletin resmi televizyonunda Kılıçdaroğlu’nu “Hopa’da ölen öğretmenin ailesine başsağlığı dilediniz, ama niye yaralanan polise geçmiş olsun demediniz” diye sorguya çekip “ona da geçmiş olsun dedim” yanıtını alan “yandaş” gazetecinin, Başbakan’a da yukarıdaki tutum ve sözleri dolayısıyla herhangi bir soru yöneltip yöneltmediği ayrıca merak konusudur. 
 
Özetle iktidar, kampanyayı –İstanbul kanalı, İstanbul’a iki İstanbul ve Ankara’ya bir Ankara daha türünden kurgu romanlarında rastlanacak türden projeler bir yana- muhalefetin çok gerisinde kalan bir icraat programı ile tamamlamıştır. Buna karşılık kavram sömürüsü, demagoji ve bel altı vuruş yoluyla sürekli etiksizliğe yatırım yapılmıştır. İktidar partisi sözcülerinin öne sürdükleri üzere, kimse seçmene “bidon kafalı” ya da “göbeğini kaşıyan adam” demiyor. Ancak bu olgu bir yana, oy verme eğilimlerinin eğitim düzeyi ile doğru orantılı bir seyir izlediği de açık seçik ortadadır. Buradan, eğitimli seçmenin merkez sağa yönelmeyeceği anlamı asla çıkmamalıdır. Ancak, seçmenin eğitim ortalaması bugünkü düzeyinin iki katı olsaydı ya da toplumun etik ölçütleri daha üst düzeylere tırmanmış bulunsaydı, hükümeti yeniden tek başına kurmasını beklediğimiz AKP -liderinin eliyle yürüttüğü bu kampanya boyu uyguladığı yöntem ve kullandığı söylemle-, hiç kuşkusuz, baraj sorunu yaşardı.
Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 1829