 
                            Ve bir kez daha, o meşum sözcükle karşı karşıyayız: “Fıtrat” sözcüğüyle.
Soma’dan hatırlıyoruz kendisini; 301 işçinin diri diri yerin yedi kat  altına gömüldüğü günlerde Erdoğan Soma’ya gitmiş ve aynen şöyle demişti:  “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay  vardır. Bunun yapısında, fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye  bir şey yok.”
Şimdiyse, kadınla erkeğin neden eşit olamayacaklarını anlatmak için  görev başında sözcüğümüz ve elbette ki yine Erdoğan’ın cümleleriyle:  “Kadınların ihtiyacı olan eşitlikten ziyade, eşdeğer olabilmektir. Yani  adalettir. Buna ihtiyacımız var. Kadın ile erkeği eşit konuma  getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri, fıtratları  farklıdır.”
“Fıtrat” dinsel bir sözcük ve esas olarak “yaradılış itibariyle” gibi  bir anlam taşıyor, toplumsal meselelere uyarlanması ise, Rousseau’nun o  ünlü kitabının adını hatırlayarak söyleyecek olursak “insanlar  arasındaki eşitsizliğin kaynağı”nı oluşturuyor.
İnsanların eşit olmadığı fikri üzerine temellenmiş olan muhafazakâr  siyaset, bu fikrin meşruluğunu “fıtrat”a, yani “ilahi nizam”ın böyle  kurulmuş olmasına bağlıyor.
Tam da bu yüzden, muhafazakâr akıl için işçi ölümleri işçi olmanın  fıtratını oluştururken, kadınla erkeğin eşitliğinden söz etmek de  kadının fıtratına aykırı bir durum teşkil ediyor.
Peki, dünyevi değil uhrevi, seküler değil dinsel olan muhafazakâr aklın  inşa ettiği siyasal rejimin bu akıldan ayrı bir karaktere sahip olması  mümkün mü?
Elbette ki değil! Açık ve net bir şekilde söylenmeli ki, rejimin fıtratında din ve dinselleşme var.
Tam da bu yüzden, “otoriterleşme eşittir Kemalizm” gibi tarih-dışı bir  okumadan yola çıkarak, sırf biçimsel benzerlikleri üzerinden söz konusu  rejimi ve uygulamalarını “neo-Kemalizm” ya da “Ak Kemalizm” olarak  adlandırmak tam bir saçmalık.
Hele hele, “Erdoğan’ın bin odalı sarayı varsa Atatürk’ün de Savarona’sı  vardı, 1923 Cumhuriyet’inin Türk Tarih Tezi varsa, şimdikinin de  Müslüman Tarih Tezi var” gibi “analizler” üzerinden “Ak Kemalizm”  tespitinde bulunmak gerçek anlamıyla cehalet.
İki rejim arasında çok temel bir fark bulunuyor çünkü: İlkinin  fıtratında eksiğiyle gediğiyle sekülarizm, aydınlanma ve akla inanç  varken, ikincinin fıtratında din, dogma ve hurafe var.
Otoriterlik meselesine gelince, kimse Kemalizm’in otoriter bir ideoloji  olduğunu inkâr edemez ama otoriterlik iki farklı dünya görüşünü  birbirinin aynısı kılmak için asla yeterli değildir.
Türkiye’deki yeni rejim açıkça dinsel bir otoriterleşmenin peşinden koşmaktadır ve onu 1923’ten ayıran temel nokta tam da budur.
“Eşitlik kadının fıtratına aykırı” cümlesinin kurulduğu konuşmada sarf  edilen şu sözler, buna dair en iyi örneklerden biridir: “Yasalar ne  kadar kötü olursa olsun eğer adil bir sultanın elindeyse oradan güzel  bir netice doğar. Yasalar ne kadar iyi olursa olsun eğer zalim bir  sultanın elindeyse oradan zulüm doğar”
Erdoğan açıkça aslolanın hukuk değil sultan olduğunu söylemektedir.  “Adil sultan”la kastedilen ise “ilahi nizam”a göre yönetendir, yani  dinsel otoritedir.
Burada cumhuriyet, demokrasi, hukuk-devleti yoktur, burada dinsel otoriterleşme vardır.
Buna “Ak Kemalizm” denemeyeceğine göre ne denecektir peki?
Sorunun yanıtı, Erdoğan’ın polis-esnaf işbirliğiyle katledilen Ali İsmail’in duruşması sürerken sarf ettiği şu cümlede gizlidir:
“Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr  gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan  şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden  polistir.”