On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı aydını ve bürokratı “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna, “Batı gibi olmak” yanıtını verdi.
“Batı gibi olmak”tan anladıkları ise bir anayasaya ve parlamentoya sahip  olmaktı aslında; yani padişahın “mutlak” otoritesinin karşısına  “meşruti” bir yönetim anlayışını koymak esas hedefleriydi.
Tanzimat Fermanı'yla birlikte, artık “gâvura gâvur denmeyecek”, böylece  anayasa önünde eşit yurttaşlar haline gelen farklı etnik grupların,  milliyetçilik akımlarının etkisine kapılıp İmparatorluk’tan ayrılmaları  engellenebilecekti.
Daha sonraları eleştirmeye başlandığında, bu dönemin Batıcılık  anlayışının yüzeysel ve taklitçi bir nitelik taşıdığı iddia edildi ve  dönemin aydınları “Tanzimat aydını” şeklinde anılarak  karikatürleştirildi.
Her ne kadar ilerleyen safhalarda sürece damgasını Alman etkisi vuracak  olsa da, ilk başta Osmanlı aydını ve bürokrasisi için model ülke  Fransa’ydı.
Dolayısıyla Fransızca bilmek ya da konuşmaların arasına bir iki  Fransızca sözcük yerleştirmek, salonların aranan isimlerinden biri olmak  için önemli ve gerekliydi.
“Mon cher” olarak yazılan ve “monşer” şeklinde dilimize yerleşen hitap  da bunlardan biriydi ve “azizim” anlamında kullanılır hale geldi.
Gündelik hayatta kimse birbirine böyle seslenmedi ama Türkiye  muhafazakârlığının dilinde monşer, Batıcı bürokratları -özellikle  Dışişleri’nde görev yapanları- iğnelemek ve onların Batı hayranlığıyla  dalga geçmek için kullanıldı.
Türkiye’nin dış politikası “stratejik derinlik”le belirlenir hale  geldiğindeyse sözcük artık “eski Türkiye”nin dış politika yapıcılarını  anlatır hale gelmişti.
Buna göre Dışişleri Bakanlığı’nın “elitist monşerleri”nin yerini  “Anadolu çocukları” almış ve ülkeye Türk-İslam medeniyeti eksenli, aktif  ve emperyal bir istikamet çizmeye başlamışlardı.
Sözcüğün daha da popülerleşmesiyse Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığıyla söz konusu oldu.
Ekmel Bey Yozgatlı, mütedeyyin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya  gelmesine, siyasal İslam’ı bir dünya görüşü olarak benimsemesine ve  bunun üzerine bir hayat inşa etmesine rağmen –üstelik AKP’nin isteğiyle  İslam Konferansı Örgütü’nde Genel Sekreterlik makamında bulunmuşken-  yine AKP’liler tarafından “monşer”likle suçlandı.
Gazete demeye dilimin varmadığı Akit’in bir muhabiri ise Ekmel Bey’in  “monşer”liğini ispatlamak adına kalktı ve eskiden Televole tarzı  programlarda mankenlere sorulan “ekmek kaç lira” sorusunu kendisine  yöneltiverdi.
Muhabirin planına göre Ekmel Bey cevabı bilemeyecek ve böylelikle ne  kadar halktan kopuk/elitist bir monşer olduğu dünya âleme ispatlanmış  olacaktı.
Ekmel Bey muhabiri zarif bir şekilde ve sözcükler aracılığıyla tokatladı  ama yine de “muhafazakâr popülizm” adlı berbat piyesten hâlâ  birilerinin ekmek yemeye devam ettiği görüldü.
Aynı muhabirin iktidarın herhangi bir mensubuna ekmeğin fiyatını  soramayacağı gerçeği bir yana, mesele ekmeğin kaç lira olduğunu bilip  bilmemek değildi aslında.
Esas mesele ekmeğin, etin, sütün neden böylesine pahalı, halkın alım  gücünün neden böylesine düşük ve bunların hepsinin sorumlusunun kim  olduğuydu.
Oysa ucuz popülizm “monşer”in karşısına “milletin adamı”nı çıkarıyor ve  asıl meselenin yani “sömürü”nün üzerini “muhafazakârlık” adlı örtüyle  örtmeyi tercih ediyordu.
Emrinde yüzlerce işçi çalıştıran MÜSİAD üyesinin camiye gittiği için  “millet”ten sayıldığı, ay sonunu getiremeyen cumhuriyetçi öğretmene ise  “elit” damgasının vurulduğu “yeni Türkiye”de bu örtünün saltanatı  sürüyordu çünkü.
Bir ikiyüzlülük abidesinin saltanatı…