İnsan Haklarında 'Deniz Bitti' mi?
                    
                    Kendilerini “toplum önderi” olarak tanımlayan  kimi aymazların “Yetmez ama evet” çığlıklarıyla destek verdikleri ve 12  Eylül’deki halkoylamasıyla benimsenen anayasa değişikliği, doğrudan  doğruya AİHM’ye başvurma olanağını ortadan kaldırmıştır.
Güney DİNÇHukukçu
Çok büyük sayılara ulaşan davaların baskısı  altındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, uzun süreden beri bu soruna  çıkış yolu arıyor. 1953 yılında onaylanıp yürürlüğe giren Avrupa İnsan  Hakları Sözleşmesi’nin yargı organı olan ve  üye ülkelerden seçilen birer yargıcın katılımıyla oluşan mahkeme ilk  kararını 1960 yılında vermişti. İzleyen dönemde yılda ancak bir veya iki  dosyayı sonlandırırken, ağır, özenli ve bir o kadar da keyifli bir  çalışma düzeni içinde bulunuyordu. Avrupa’nın “hukuk mutfağı”  olarak da anılan mahkemenin ortalama yüz sayfa dolayındaki  kararlarının, üye ülkelerin ve topluluk hukukunun güncel gereksinimler  doğrultusunda yenilenmesine önemli katkıları oluyordu. 1982 yılında  sonuçlanan on dava, mahkemenin kuruluşundan yaklaşık otuz yıl sonra  ulaştığı ilk karar rekoruydu. İzleyen yıllarda da kararlar,  katlanılabilir düzeyde üçer beşer artarak çoğalıyordu.
Avrupa Konseyi, AİHM’yi ve sağladığı  güvenceleri tanıtmak, halkları aydınlatıp bireysel başvuru yolunu  yaygınlaştırmak için üye ülkeleri kapsayan önemli çalışmalar yaptı.  Bilimsel toplantılar, seminerler, eğitim çalışmaları düzenledi, kitaplar  yayımladı. Benzer nitelikteki çalışmalar günümüzde de sürdürülmektedir.
Bireysel başvuru
Bireysel başvuru yolunun bir hak olarak benimsenmesi, iki  açıdan önem taşıyordu. İnsanlar, yaşadıkları topraklara egemen olan  siyasal güçleri, örneğin kendi hükümetlerini bir mahkeme önünde  karşılarına alıp sorgulamak, yanlışlarını tartışmak, kusurları varsa  yitiklerini gidermek olanağına kavuşmuşlardı. Ulusal hukuku tamamlayan,  etkili, sonuç alıcı yeni bir hukuk yolu edinmişlerdi. İkinci ve asıl  büyük kazanım ise, tek insanın öneminin anlaşılıp, uluslararası düzlemde  kabul edilmesiydi. Böylece insana dönük yargısal yapılanmaların önü  açılıyordu.
Tanıtım girişimleriyle birlikte mahkemenin kişi hak ve  özgürlüklerini koruyup gözeten önemli kararlar vermesi, başvuruların  çoğalmasına neden oldu. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru yetkisini tanımasından sonra gönderilen ilk dilekçeler arasında bulunan Sargın ve Yağcı  başvuruları, 14116 ve 14117 numaralarını almıştı. Bu rakamlar,  komisyonun kuruluşundan, başvuruların yapıldığı 1988 yılına kadar  ulaşılan toplam dosya sayısını veriyordu. Yakınma dilekçelerinde önemli  artışlar olmasına karşın, mahkemenin yükü henüz katlanılamaz boyutlara  gelmemişti. 1990 yılından sonra Rusya, Orta Avrupa ve bazı Batı Asya  devletlerinin de katılımıyla AİHM’nin görev  alanına giren ülkelerin sayısı elliye yaklaştı. Üstelik yeni katılan  ülkelerdeki çok farklı hukuk uygulamalarının aynı pota içinde eritilip  doğru sonuçlara bağlanması büyük güçlükler taşıyordu.
AİHM’nin inceleme alanı daraltıldı
AİHM’nin üstlendiği iş yükünün  altından kalkamaması nedeniyle Avrupa Konseyi, yargılamayı hızlandırmak  amacıyla bazı yeni arayışlar içine girdi. 1 Kasım 1998’de yürürlüğe giren 11 Numaralı Protokol’le, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kaldırılarak iki organlı yargılamaya son  verildi. Başvuruların içeriğinin elverdiği oranda, davaların kabul  edilirlik sürecinde sonlandırılması yoluyla tek aşamalı yargılama  yaygınlaştırıldı. Bu girişimler de yetersiz kalınca, 2010 yılında  yürürlüğe giren 14. Protokol’le AİHM’nin  inceleme alanı büyük ölçüde daraltıldı. Başvuruların önemli bir  bölümünün hızlı ve güvencesiz inceleme yöntemleriyle elenmesi öngörüldü.  İnsan haklarının dokunulmazlığı ile bağdaşmayan bu değişikliğin  gerekçesi, üye ülkelere örnek oluşturacak, temel hakların korumasına  katkı sağlayacak özellikteki davalara daha çok zaman ayrılabilme yolunu  açmak olarak açıklandı.
Her yıl 100 bine yakın başvurunun geldiği, aynı dönemde  bunların ancak birkaç bininin karara bağlanabildiği koşullarda bu  sistemin sağlıklı bir biçimde sürdürülemeyeceği görülmektedir. Başvuru  sayısının bu kadar artma nedenlerini uzun uzun araştırmaya gerek  bulunmuyor. Nedenler ortada.
Çok fazla yakınmanın geldiği Türkiye ve benzer koşullardaki  ülkelerde insan hakları yeterince korunmuyor. Kendi ülkelerinde  haklarını alamayan insanlar, sorunlarının çözümü için uluslararası  organdan yardım bekliyorlar. AİHM’ye  yöneltilecek başvuruları azaltmanın birinci yolu, üye ülkelerin insan  hakları ihlallerine son vermeleridir. İkinci aşama, yaşanan  olumsuzlukları, ulusal organların doğru ve adaletli kararlarla çözüme  kavuşturmalarıdır. Bunlar yapılmadığı için Türkiye, AİHM’nin gündeminde birinci sıralarda yer almaktadır.
AİHM’nin yerleştirmek istediği yeni anlayış, insan haklarının korunup geliştirme sorumluluğunun, doğrudan üye ülkeler eliyle gerçekleştirilmesidir. Doğru olanı da budur. Mahkeme, ulusal yargı yerlerinin kendilerini AİHM’nin yerine  koyarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni doğrudan uygulamalarını öngörmektedir. 2004 yılında gerçekleştirilen değişiklikle TC Anayasası’nın 90. maddesine eklenen “Usulüne  göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin  milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler  içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma  hükümleri esas alınır” tümcesi, bu doğrultuda atılmış  çok önemli bir adımdı. Yargı bağımsızlığının göreceli olarak  korunabildiği yakın yıllarda, ulusal yargı yerlerinde AİHS’yi temel hukuk kuralı olarak uygulayan örnek kararlara rastlanabiliyordu.
Avrupa Konseyi ve AİHM, hukukçuların, politikacıların katılımıyla dava yükünü azaltmak için yeni arayışlarını sürdürüyor.
Bu amaçla İsviçre’nin Bern Kantonu’ndaki küçük bir kasaba olan Interlaken’de başlayan uluslararası toplantıların ikincisi, 27 Nisan günü İzmir’de yapılacak. AİHM’nin yeni koşullara uyarlanmasını öngören bu toplantıda Türkiye’nin önerilerinin, ulusal düzeyde bütün iç hukuk yolları tüketilmeden  uluslararası yargıya gidilememesi, yakınmacılardan başvuru giderleri  için uygun miktarlarda para alınması ve dilekçelerini kendi dillerinde  yazmalarının önlenmesi gibi başvuru hakkını büyük ölçüde kısıtlayan  istemler olacağı bildirilmektedir. Böylece Silivri örneğinde olduğu gibi  yıllarca süren davalarla özgürlüklerinden yoksun bırakılan sanıklar, bu  davalar sonlanmadan, haksız tutuklama ve uygun süreleri aşan  yargılamalar, araştırılmayan işkence ve kötü davranışlar gibi öncelikli  nedenlerle başvuruda bulunamayacaklar. Türkiye’nin, başvuruların özendiriciliğini azaltmayı amaçlayan bir başka isteği, AİHM’nin sözleşme ihlallerini saptadığı durumlarda yüksek tazminatlara karar vermemesidir. Türkiye’nin önerileri, insan hakları ihlallerinde Avrupa’nın öncüleri durumundaki Rusya, Romanya ve Ukrayna tarafından da desteklenmektedir.
Sonuç
Kendilerini “toplum önderi” olarak tanımlayan kimi aymazların “Yetmez ama evet” çığlıklarıyla destek verdikleri ve 12 Eylül’deki halkoylamasıyla benimsenen anayasa değişikliği, doğrudan doğruya AİHM’ye  başvurma olanağını ortadan kaldırmıştır. Yargı bağımsızlığına özen  gösterilmesi durumunda başvuruların öncelikle Anayasa Mahkemesi’nde ele alınması doğru bir yöntem olabilirdi. Ancak AKP’nin  yargı bağımsızlığını tanımayan uygulamaları karşısında böyle bir  değişimden yarar beklenemez. Zaman zaman bazı kararlarını eleştirdiğimiz  AİHM’nin çalışma alanının Avrupa Konseyi  eliyle daraltılması, Türkiye ile birlikte bütün Avrupa halklarına  sağladığı çok önemli güvencelerin yitirilmesi sonucunu getirecektir.
(Cumhuriyet 26.04.2011)
                                
                
                
                 
                    
                    
                
                
                
                
                    Hits: 1695