Mustafa durdu, derin  derin iç çekti,  Tevfik’e baktı. “İhtimal,  o vakit hakikaten kardeş  olabilecektik” dedi, “Nihayet  sözde değil, hakikaten  kardeş olabilecektik…” 
 Tevfik, tabancasının  namlusunu ağır ağır kaldırdı,  onun iki kaşının arasına  nişan aldı, “Kelime-i şahadet  getir, Mustafa” dedi, buz  gibi bir sesle. “Murdar  gitme!” 
 Mustafa yeniden  ağlamaya, yalvarmaya  başladı. “Ne olursun,  merhamet et, Tevfik” dedi.  “Beni öldürmek sana  ne kazandıracak? Ben  ölürsem oğlun, karın geri mi  gelecek? Hem bugün beni  vursan bile ahrette yüz yüze  gelmeyecek miyiz? O vakit  sen nasıl benim gözümün  içine bakacaksın?” 
 Mustafa, bu son sözleri  üzerine Tevfik’in  tabancasını  yavaşça indirdiğini,  bakışlarının  yumuşadığını,  yüzüne merhametli  bir ifade  yerleştiğini gördü.
  “Tevfik, kardeşim  benim” dedi  sevinçle. Ağlaması  iyice şiddetlenmiş, vücudu  hıçkırıklarla sarsılmaya  başlamıştı. “Ben senin beni  bağışlayacağını, bana bir  kötülük etmeyeceğini bilmez  miyim? Sen benim canıma  kıyamazsın zira ben de  sana asla bilerek, isteyerek  kötülük etmiş değilim. Ben  Mehmet’in başına bir şey  gelsin ister miydim? Ben  senin oğlun kaybolsun ister  miydim?
Tevfik sandalyeden  yavaşça kalktı,  silahını beline geri  yerleştirdi. Ağır ve temkinli  adımlarla Mustafa’ya  yaklaştı, arkasına geçti ve  elini onun omuzuna  koydu. Bu hareket  üzerine arkadaşının  onu affettiğini  düşünen Mustafa,  kucaklaşmak için  ayağa fırlamaya  yeltendi, ama Tevfik  onun omzuna  yerleştirdiği elini sıkıca  bastırdı, doğrulmasına  müsaade etmedi. Sonra  Mustafa’nın şaşkınlığını  üzerinden atmasına fırsat  vermeden bir eliyle saçlarını  yakaladı, sert bir hamleyle  başını geriye doğru çekti,  diğer elinde gizlediği  cenbiyeyle adamın gırtlağını  boydan boya kesti. 
 Tevfik, “Oğul dediğin hiç  kaybolmamalı, Mustafa”  dedi, saçlarından kavradığı  başı bırakırken. “Hiç  kimsenin, hiçbir oğlu, hiçbir  zaman kaybolmamalı.” 
 Mustafa’nın cansız bedeni  büyük bir gürültü çıkararak  yere devrildi. 
 Tevfik, cesedin yanına  çömeldi, cenbiyesini  Mustafa’nın üniformasına  silip üzerindeki kanı  temizledi. Sonra Mustafa’nın  belinde duran cenbiyeyi  çekti, çıkardı. Hançerin  ucuyla, kendi cenbiyesinin  sapına bir küçük çentik attı. 
 Tevfik, altın dolu çuvalı  atına yükleyip sarp dağların  olduğu istikamete doğru  yola çıkarken, hesap verme  sırasının Şeyh Abdullah’a  geldiğini düşündü.*
  *Alıntı: BERRAK  YURDAKUL’un romanı İki  Cihanın Bekçisi/Nar Kitap,  2013
 G N O K T A S I 
 Berrak Yurdakul, Türk yazınında  son yılların en ilginç yazarlarından  biri, belki de birincisi. Çünkü edebi  birikimine rağmen, hiçbir akımın  etkisinde değil, kendi yazınıyla çizdiği  ve çizdikçe yönünü belirlediği özgün  bir yolda ilerliyor. Elbette okurun  beğenisini amaçlıyor, ama okurun  dünyasına girmiyor, okuru kendi  dünyasına çağırıyor. Ancak donanımlı  ve omurgası biçimlenmiş yazarlar  böyle yapar, zaten başka türlüsünü  de yapamazlar. Berrak Yurdakul’da  da o donanım var. 
 Başka şeyler de var. Ailecek  çekilmiş büyük acılar, Türkiye’nin  uğradığı siyasal ihanetlere ödenmiş  bedeller, cinayetlere kurban verilmiş  canlar var, belleğini kavuran. Doğan  Avcıoğlu’ndan Doğan Yurdakul’a,  önemli yazarların buluştuğu bir  ailenin son yazarı, en edebisi  Berrak Yurdakul. Hayal edip yazdığı  romanlarında, çocukluğundan  erişkinliğine kızgın demirle  mühürlenmiş anı dağarcığının izlerine  rastlamak, mümkün. 
 İki Cihanın Bekçisi, Berrak  Yurdakul’un üçüncü romanı. Genç  yazarın, yaşadığımız toplumun  ortak belleğine mıh gibi çakılı  tarihsel bir acı, Osmanlı askerinin  Yemen yenilgisiyle çerçevelediği  kurgu, olağanüstü başarılı. İnsanın  tüylerini ürpertiyor, zaman zaman  gözyaşı döktürüyor, ama bir solukta  okunuyor. Çöllerin acımasızlığı, açlık  ve yoksulluk içinde, dost bildiklerinin  ihanetine uğrayan Osmanlı  ordusunun onurlu ve yiğit bir subayı,  Tevfik Bey’i, İstanbul köşklerinden  alıp Yemen cehennemine sürükleyen  kaderin öyküsü bu.
  19. yüzyılın sonunda, yüzbinlerce  askerin heder ve heba olduğu  cephelerde Osmanlı’nın yenik  onuruna bekçilik yapan Tevfik Bey,  en değerli varlığını, oğlunu yitirdikten  sonra iki cihanın bekçisi, Rab’bını  keşfediyor. 
 Romanda, Tevfik Bey’in oğlu  Mehmet’in ölüm biçimi, yazar Berrak  Yurdakul’un canında yaşadığı bir  gerçek, Türkiye’nin başını yediği  gençlerin metaforu olmalı, diye  düşünüyorum. 
 Yeri doldurulmaz kayıplardan  sonra ilahi güce sığınmak,  yeryüzünde olmayan adaleti  Tanrısal katta aramak, yazarın  zaten tüm eserlerinde az ya da  belirgin bir döşeme taşı. Ancak bu  söylediklerimden hidayete ermek  anlaşılmasın. Berrak Yurdakul’un  Tanrısal döşemesi, tüm kutsallıkların,  tüm kitapların sentezi, evrensel  bir inanç dünyası. İlk romanı  Konuşmayan Tavus Kuşu’nda masal  kutsaldı, ikinci romanı Altıncı Irk’ta  antikçağlardan günümüze inanç  köprüleri vardı.
  Ama “İki Cihanın Bekçisi”, Berrak  Yurdakul’un yazarlıkta olgunluk  çağının habercisi olan romanı. Düşün  dizininde aradığı mükemmelliğin  başlangıcı.
  “  Öç almak, bazen  bağışlamaktır.”  MGK

 
                             
                                                                                 
                                                                                 
                                                                                 
                                                                                