Liberalizmin Hukuk Politiği

~ 14.10.2013, Yeni Yaklaşımlar ~

Armağan Öztürk*

Siyasallaşmış hukuk ve ideolojik-devletçi reflekslerle hareket eden militan yargı çevresinde dönen tartışmalar Türkiye’deki demokratik kamuoyunu çok uzun süreden beri meşgul ediyor. Genel olarak hukuk nosyonunun kurulma biçimi, özel olarak ise yargı erkinin işleyişine yönelik sorunlar liberal solcuların ağırlıklı olduğu bir kesim tarafından Kemalizm tartışmalarına paralel bir şekilde yorumlandı. Bu naif okuma biçimine göre yargı adaleti değil cumhuriyeti koruyordu. Kemalist rejimin tasfiyesi ölçüsünde Batı standartlarında liberal demokratik bir sistem inşa edildikçe hukuk da kendisinden beklenen medeni konumuna kavuşacak ve devlete karşı birey özgürlüklerinin doğal koruyucusu haline gelecekti. Yakın dönemki reel politik gelişmeler Kemalist paradigmanın çöküşünün tek başına liberal demokratik bir rejim inşa etmeye yetmediğini gösterdi. Kemalistlerin yerini alan İslamcı-muhafazakar kesimin hukuka ve demokrasiye bakışı hiç de eski rejimdeki çarpık uygulamalardan farklı değildi. HSYK, AYM, Yargıtay ve Danıştay gibi tüm üst düzey yargı kurumları iktidarın beklenti ve öncelikleri doğrultusunda dönüştürüldü. Ayrıca kadrolaşma ihtiyacının yargı bağımsızlığını gölgelediği bu hukuk siyaseti içerisinde bizzat savcı ve yargıçların eliyle bir olağan şüpheliler toplumu yaratıldı. Gezi direnişi sürecinde iyice yoğunlaşarak etkisini gösterdiği üzere AKP karşıtı herkes potansiyel olarak kriminal bir kimliğe sokuldu. Siyaseten meşru olmayan kişi ve gruplar hukuken suçlu haline geldi.

Tam bu noktada kendi sorunsalımızın sınırlarını çizecek şekilde bir dizi soru tartışmaya açılabilir: Ulusal burjuvazi kurma hevesindeki Kemalistler de, muhafazakar bir burjuvazi yaratma çabasındaki İslamcılar da hukuku kendi ekonomi politik gündemleri için araçsallaştırdılar. Peki, Türkiye’deki bu durum burjuvazinin hukuka bakışı bakımından olağan bir izleği mi ifade ediyor? Yoksa iktidarların kendi koydukları kurallara uymaması ve taraflı yargı uygulamaları liberal demokrasinin yeterince yerleşmemiş olması gerçeğiyle mi ilgili?

Liberal Korku

Şöyle bir tespitle tartışmayı derinleştirebiliriz. Liberalizmin hukuka bakışı aslında bu ideolojinin kendi iç çelişkilerinin bir özetini sunmaktadır bizlere. Burjuva sınıfı tarihsel olarak kendi kurucu söyleminin iki temel unsuru, yani mülkiyeti koruma arzusu ile eşitlik vaadi arasında sıkışmış durumda. Soyutlama düzeyinde özgürlük-güvenlik paradoksuna dair tüm tartışmalarda, daha somut bir konumda ise hukuk devleti ve olağanüstü hal rejimlerinin modern tarihi içerisinde bahsi geçen arada kalmışlık halinin izdüşümlerine tanıklık etmek mümkün. Bu bağlamda hukuk devleti ile polis devletinin aslında iki ayrı siyasal örgütlenme biçimine karşılık gelmediği gerçeğinin altını özenle çizmek gerekli. Çünkü hukuk devleti polis devleti enstrümanlarıyla donatılmış durumda ve hukuk devletinin polis devletine dönüşmesi sadece tarihsel bir moment meselesi. İlgili momentin seyri bakımından ise Polanyi’nin yaptığı hatırlatma oldukça değerli. Çünkü ona göre burjuva sınıfı 18. yy’da krala karşı mülkiyeti korurken 19. yy’da halka (yoksullara) karşı mülkiyeti korumak zorunda kaldı. İşte bu zorunluluk modern liberal düzenin hukuk ve politika nosyonlarını koşullayan liberal korku çağının nesnel zeminini ifade etmektedir.

Liberal korku sömürge topraklarındaki halklar ile kendi ülkelerindeki işçi ve köylü yurttaşların toplumsal talepleri karşısında mülkiyet araçları üzerindeki hakimiyetini yitirme tehlikesiyle yüz yüze kalan burjuvazinin şizofrenik ruh halini karakterize etmektedir. Ekonomik eşitsizlik ve sınıf savaşımı nedeniyle kendisini bir türlü güvende hissetmeyen burjuva sınıfı liberal düzeni korumaya yönelik olarak bir dizi politik aracı devreye soktu. Bu araçlar sırasıyla anayasacılık hareketi ve olağanüstü hal hukukudur.

Anayasacılık Hareketi

Anayasacılık hareketi anayasal demokrasi ile hukuk devleti inşa etme pratiklerinin en genel adıdır. Liberalizmin işlevsel amacına da karşılık gelen bu hukuk politik deneyim, sınırlandırılmış temsili bir demokrasi kurma noktasında somut bir iktidar pratiğine dönüşür. Bilindiği üzere İngiltere, Fransa ve ABD gibi klasik örnekler özelinde burjuva devrimleri sonucu olarak kurulan liberal devlet pek de demokratik değildi. Kamusal alan fazlasıyla dışlayıcıydı. Halkın büyük bir kısmı, yani kadınlar ve fakirler seçme-seçilme haklarından yoksundu. Siyasi haklar mülkiyet ve vergi gibi kıstaslara bağlanmıştı. Ancak işçi sınıfının toplumsal mücadelesiyle ve bu sınıfın ağır bedeller ödemesi pahasına zamanla genel oy hakkı yerleşti. İşte hukuk devleti nosyonu liberal devletin demokratikleşmesi ve alt katmanların katılımına uygun hale gelmesi olgusuna paralel bir şekilde gelişti. Bu süreçte öncelikli amaç fakirlerin içerisinde daha fazla temsil imkanı bulduğu parlamentoların hareket alanını sınırlamaktı. Anayasalar yapmak, anayasa değiştirmeyi özel bir prosedüre bağlamak, anayasalar ve temel hakları içeren kurucu belgeler aracılığıyla başta mülkiyet hakkı olmak üzere liberal düzenin temel kaidelerini değiştirilemez normlar haline getirmek, anayasa mahkemeleri kurarak halk iktidarını denetlemek hukuk devletinin demokrasiyi sınırlamak için kullandığı başlıca araçları karakterize etmektedir. Tüm bu hatırlatmalar özelinde rahatlıkla diyebiliriz ki liberalizm içerisinde hukukun üstünlüğü düşüncesi toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştıran ve özel mülkiyetçi düzeni koruyan bir söyleme karşılık geliyordu. Hukuk onu mitleştiren aklın gereğinde demokratik siyaseti dengeleyen bir araç olarak işlev gördü.

Tam bu noktada iki ayrıntıya daha değinebiliriz: Hukuk devletinde hukuk demokratik devlette siyasetin oynadığına benzer bir rol oynuyordu. Liberal aklın öncelikli amacı kişilerin aralarındaki sorunları siyaset yoluyla değil de hukuk aracılığıyla çözmesiydi. İdeal olan meclisin değil mahkemelerin güçlü olmasıydı. Demek ki liberalizm için hukuk aslında siyasetin antiteziydi. Son olarak apolitik liberal hukuk dizgesinin yerleşmesi sürecinde kuvvetler ayrılığı kuramının kritik bir rol oynadığı gerçeğine dikkat çekilebilir. Aslında tüm kuvvetler burjuva sınıfının elinde toplanmıştı. Ama kuvvetler ayrılığı gerçek durum böyle değilmiş gibi bir izlenim yaratıyor ve burjuvazinin hukuksal hegemonyasını çoğulculuk maskesinin ardına gizliyordu.

Olağanüstü Hal ve Sonuç Yerine

Liberal hukuk politiğinin ikinci önemli enstrümanı ise olağanüstü hal hukukudur. Politikayı hukuk yoluyla aşmak ve demokrasiyi sınırlandırmak eşitsizlikçi düzeni korumaya yetmiyordu. Bu nedenle, yani mülkiyetçi düzeni koruma adına ve şiddet kullanımı kolaylaştıracak nitelikte hukuk içerisinde bir hukuksuzluk alanı yaratıldı. Olağanüstü hal bu hukuksuzluk alanının adıdır. Schmitt’in ünlü egemen istisnaya karar verendir önermesi liberal düzenin olağanüstü hal mantığına dayalı reel politiğini oldukça güçlü bir şekilde ortaya koymaktadır. Burjuva demokrasilerinin neredeyse tamamı olağanüstü hal rejimini sıklıkla kullandı. Özellikle sömürgelerdeki halk ayaklanmalarının bastırılması ve emekçi kesimlerine yönelik yapısal şiddet olağanüstü hal mantığıyla meşru hale geldi. Olağanüstü hal o kadar sık bir şekilde ve uzun süreler halinde kullanıldı ki Benjamin’den Agamben’e kadar pek çok düşünür haklı olarak olağanüstü halin liberal düzen için istisna değil kural olduğu tezini ileri sürdü.

Sonuç olarak şöyle bir tespit yapabiliriz. Liberal düzende bireylerin yasalar üzerindeki söz hakkı ciddi ölçüde sınırlanmıştır. Hukuk toplumsal ve siyasal ilişkileri apolitik ve gerici bir kıvamda sabitler. Ancak yurttaşlar siyaset yapma ısrarından vazgeçmez ve düzeni sorgulamaya devam ederlerse polis devleti unsurları devreye girer. Her suç terör suçu haline gelir ve olağanüstü hal olağanlaşır. Demek ki hukukun egemen sınıflar ve siyasi iktidar karşısındaki araçsal konumu AKP Türkiye’sine özgü değildir. AKP gitse ve liberal bir demokrasi tesis edilse dahi burjuva demokrasinin hukuku burjuva hukuku olmaya devam edecektir.

 

 


* Ankara Üniversitesi, SBF.

Hits: 1212