Söylentiler toplumu

~ 25.01.2013, Zülfü LİVANELİ ~

Eskiler çok güzel söylemiş: Bir şeyin “şuyuu, vukuundan beterdir.” Yani bir şey hakkında söylentilerin yayılması, o şeyin gerçekten olmasından daha kötüdür.

Son zamanlarda bu tip söylentilere “şehir efsanesi” de deniliyor ama bu olgu sadece şehirlerle sınırlı değil: Köyler, kasabalar da birer söylenti kaynağı. Hem de daha beter bir şekilde.

1986 yılında Yer Demir Gök Bakır filmini çekmek üzere, Erzincan’ın bir dağ köyü olan Hınzoru’ya gittiğimizde, bu gerçeği bir kez daha anlatan bir olay yaşadık.

Alman kameramanım Jürgen Jürges’le birlikte büyükçe bir köy evinde akşam yemeğinde ağırlanıyorduk. (Ne güzel kelime şu ağırlanmak.)

Dışarıda korkunç bir kar fırtınası vardı; zaten her kış, köyün dünyayla bağlantısı kesiliyordu. Yemek yediğimiz küçük masanın üstüne yufka ekmeği, masa örtüsü niyetine serilmişti. O “örtü” den parça parça koparıp yiyorduk.

Hepsini minnetle, sevgiyle, bir kısmını da rahmetle andığım köyün yaşlıları, Alman dostuma bir soru sormak istediklerini söylediler ve şunu anlattılar: Bir tartışma köyü ikiye ayırmış; bir taraf Hitler’in hâlâ hayatta olduğunu öne sürüyor, karşı taraf da buna itiraz ediyormuş. Acaba işin aslı neymiş?

Jürgen de ben de hayretler içinde kaldık. Dünyadan kopuk bir dağ köyünde niye Hitler tartışılıyordu, anlayamadık.
 

 

***



Zaman zaman böyle söylentiler hepimizin kulağına gelir: Üzücü ölümünün üzerinden bunca yıl geçti ama daha geçen hafta bir taksi şoförü bana “Ahmet Kaya’nın yaşadığını” söyledi. Ben de “Keşke öyle olsaydı” cevabını verdim.

27 Mayıs darbesinden önce, Menderes iktidarının muhalif öğrencileri öldürüp sabun yaptığı iddiaları kaplamıştı ortalığı. Henüz bir yeni yetmeydim ama söylentinin saçmalığını o gün bile anlayabiliyordum.

İstiklal Mahkemeleri’nin yüz binlerce kişiyi katlettiği, Atatürk’ün bir gece “Getirin şu Nâzım’ı, şiir okusun” dediğini, Nâzım’ın da “Ben Deniz Kızı Eftalya değilim” cevabını verdiğini, Cumhuriyet döneminde İslam dininin yasaklandığını, Çanakkale Savaşı’nda gökten yeşil sarıklı hocaların inip zaferi kazandığını; bunlara benzer binbir hurafeyi dinleyerek yetişti bu kuşaklar. Ve ailenin meşrebine göre, neye inanmaları gerekiyorsa ona inandılar.

Eğer bir topluma bilimin ve aklın aydınlığı vurmuyorsa, karanlık köşeler durmadan hurafeler üretir ve kitleler o hurafelere inanır. Bundan kurtulmanın tek çaresi o karanlık köşelere bir fener tutmaktır. Ama öyle yapmaya çalışanlar bizim ülkemizde cezalandırıldı.

Dün hasretle andığımız Uğur Mumcu bu köşelere fener değil, ışıldak tutan bir aydınımızdı.

***



Ne yazık ki aslı astarı olmayan söylentiler; gelişmemiş toplumları gıdası.

Bana bunları düşündüren, bir okur mesajı oldu.

Gayet kendinden emin bir şekilde, benim Fransız Komünist Partisi üyesi olduğumu yazıyordu.

Ona, CHP dışında (o da bir dönem) hiçbir partiye, örgüte üye olmadığımı yazdım ama Einstein bize “insanların önyargılarını kırmanın, atomu parçalamaktan daha zor olduğunu” öğretti.

12 Mart cuntasına kafa tutan ilk albümüm yayınlandığı zaman benim eski Tunceli savcısı olduğum ve Deniz’lerin idamından sonra dağlara çıktığım söylenmişti. Başka birileri de hayatımda adımımı atmadığım Filistin’de çarpıştığımı yayıyordu. Basına bile geçen bazı iddialarda Doğu Almanya’ya iltica ettiğim belirtiyordu. Şimdi de kimi ulusalcı diyor, kimi komünist, kimi şucu, kimi bucu. İlle de bir kutupla tarif etmek istiyorlar; düşünen, kendine özgü fikirler geliştiren bir insan olduğunuz gerçeğini kabul etmek hakkaniyeti yok.

Çünkü kimse kimsenin üzerinde kafa yormuyor, onu anlamaya çalışmıyor, yazdıklarını okumuyor. Söylentilere göre bir çekmeceye kapatıp üstünü kilitlemek istiyor.

Bu yüzden hayatım boyunca en çok şu sözü tekrarladım ve yine söylüyorum: “Ne olur beni bu kadar kolay anlamayın.”

Herhâlde bu dileği paylaşan çok kişi vardır.

 

(GazateVatan)

Zülfü LİVANELİ | Tüm Yazıları
Hits: 1369