BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen cuma akşamı TRT’de çıktığı  mülakatın en iz bırakıcı açıklaması, geçen şubat ayında özel yetkili  yargının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan hamlesini konu aldı.  Beşiktaş Adliyesi’ndeki özel yetkili savcılık Fidan’ı sorguya çağırmış,  ardından buradaki nöbetçi hâkimlik MİT Müsteşarı hakkında yakalama  kararı çıkarmıştı.
Hürriyet’ten İsmet Berkan’ın bu olayla ilgili  olarak, “Bunu bir vesayetçilik çabası olarak mı değerlendirdiniz?”  şeklindeki sorusuna Erdoğan şu yanıtı verdi:
“Tabii... Bu çok ciddi  bir yargı vesayetiydi. Buna ‘Evet’ demek mümkün değil. Biz yargıda bu  vesayeti istemeyiz. Böyle bir şey olamaz. Vesayetçiliği ortadan  kaldırmadığımız sürece de bir yere varamayız ama şu anda siz irade  koyarsanız, bazı mahfiller de kalkar derler ki ‘bunlar da vesayet.’”  
* * *
Açıklamalarından,  yaşanan krizin Başbakan Erdoğan’da yarattığı büyük rahatsızlığın  kaybolmadığını, bu olayın kendisinin en azından Genelkurmay’ın 2007’deki  27 Nisan bildirisi kadar tepkisini çektiği anlaşılıyor. 
Başbakan’ın  6 Haziran tarihinde ATV’de söylediği şu sözler, 7 Şubat olayını bir  “müdahale” olarak gördüğünün açık bir ifadesidir:
“Burada yargı,  tamamıyla her şeyi, hatta yasayı bir kenara koymak suretiyle yürütme  alanına da girme gibi bir adım atmış oldu.”  
Özel yetkili  mahkemelere (ÖYM) o tarihte bu geniş yetkileri veren Ceza Muhakemesi  Kanunu’nun 250’nci maddesiydi. Erdoğan, bu maddeye atıf yaparak ÖYM’lere  şöyle yükleniyor: 
“Burada iyice çizmeyi aşan bir şey oldu. Bu madde  haddinden fazla bir yetki alanı doğuruyor ve adeta ‘biz devlet içinde  devletiz’ havasına bu işi sokuyor. Ve ‘Ben devlet içinde ayrı bir gücüm,  devletim. Ben cumhurbaşkanına varıncaya kadar hepsini istediğim anda  buraya çağırırım...’ Bu da var ha!.. 250. madde büyük bir yetkiyi adeta  kendisinde toplamış. Böyle bir yapı var. Ve bunu da istedikleri gibi  değerlendiriyorlar... Maalesef bu mahkemelerin zararlı olan anları  oldu.  Uygulama esnasında birçok gerçekleri gördük...”
Şimdi  Başbakan’ın bu açıklamalardaki kilit sözcüklerini mercek altına  yatıralım: Yasayı bir kenara koymak... devlet içinde devlet... bir  yapı...  bu (özel yetkili) mahkemelerin zararları... ciddi bir yargı  vesayeti...
* * *
Kim ne derse desin bir ülkenin başbakanının bu  tespitleri yapması, kendi ülkesinin yargısından kaynaklanan bir vesayet  olduğunu söylemesi, dolaylı bir ifadeyle bu vesayetin kendisini bile  hedef alabileceğini kayda geçirmesi, çok ciddi bir durumun varlığını  gösteriyor.
Bu durum şu hatırlatmayı yapmamızı da zorunlu kılıyor.  Türkiye’de ordunun eskiden beri karar alma mekanizmaları üzerinde bir  nüfuzunun olduğu, ancak AK Parti hükümetinin geçen 10 yıl içinde bu  vesayeti büyük ölçüde çözdüğü bugün üzerinde geniş mutabakat olan bir  görüştür.  
Keza, 2010 yılındaki anayasa reformu ve ardından yapılan  HSYK seçimleri ve bunu izleyen Danıştay ve Yargıtay’daki yeni  görevlendirmelerle birlikte artık yargıda vesayetçi bir anlayışın  kalmadığına hükmediliyor. 
En azından, Başbakan “vesayet” dediğinde eskiden bu kavramla özdeşleştirilen kurum ya da zihniyetleri anlamıyoruz bugün. 
Peki  o zaman bu yeni vesayet neyin nesidir? Aktörleri yalnızca ve yalnızca  Başbakan’ın ifadesiyle “Yasaları bir tarafa koyan” ÖYM’lerdeki bir avuç  savcı ve hâkim midir?
* * *
Başbakan, “en yakın çalışma arkadaşı”  olarak tanımladığı MİT Müsteşarı Fidan’ı bu vesayetten koruyabildi. Ama  ÖYM’ler, Başbakan’ın “zararlı” gördüğü işler de yapan bir hukuk  mekanizması olarak, bakmakta oldukları davaları sonuçlandırıncaya kadar  görev yapacaklar.  
Bu durumda yeni vesayetten korunma güvencesine  sahip olabilmek için “Başbakan’a en yakınlık” gibi bir ayrıcalığa mı  sahip olmak gerekiyor? Bu statüye mazhar olamayan vatandaşları kim  koruyacak?
Bir ülke vatandaşlarını bu kadar korumasız bırakıyorsa, ona “hukuk devleti” denebilir mi?
(Hürriyet)