Açlık grevleri ve sağduyu

~ 16.11.2012, Rıfat OKÇABOL ~

Kimileri mahkemelerde anadillerinde savunma yapmak istiyor. Aylardır bu hakkı elde etmek için yaptıkları mücadeleler bir işe yaramayınca başlattıkları açlık grevi, yaşamsal sınıra dayanmış bulunuyor. Sağduyulu ve duyarlı insanlar, grev nedenini benimsemeyenler de dahil olmak üzere, açlık grevinin insanlar üzerindeki tahribatından ve olası sonuçlarından büyük bir kaygı ve üzüntü duyuyor.

Bu sorunun çözümü için, etkili ve yetkili olan sorumluların birazcık olsun demokratik davranmaları ve vicdan sahibi olmaları bekleniyor. Ancak daha önceki günlerde bu açlık grevini “şov” olarak niteleyenler, onlarca insan ölüm sınırına geldiği halde, bu soruna bir an önce el atmak yerine, idam konusunun yeniden ele alınmasından söz ederek hem gündem değiştiriyorlar hem de insan hayatını hiçe saydıklarını gösteriyorlar.

Aylardır anadilinde savunma yapılmasına karşı çıkanlar sonradan bu konuda yasa değişikliği hazırlıyorlar. Yine de yasa değişikliği sürecini hızlandırmak yerine, insanın yaşama hakkını hiçe saydıklarını sergilemekten vazgeçmiyorlar. Hatta açlık grevindekiler destek vermek için açlık grevine başlayan milletvekilleri için, “BDP milletvekilleri de açlık grevine varsın devam etsinler; rejim yapmaya da ihtiyaçları var” diyebiliyorlar.

Ne yazık ki, insana değer vermeyen tutum ve davranışları benimseyen başka insanlar da bulunuyor. Ve de yine ne yazık ki benzer tutum ve davranışlarda olanlara her toplumda rastlanıyor.

Bu tür insanların tutum ve davranışları ne yazık ki idama ve açlık grevlerine duyarsız kalmakla bitmiyor. Savaş çığırtkanları da onlar arasından çıkıyor, intikam duygusuna kapılanlar da. Bu tür tutum ve davranışların genelde insanların sağduyularıyla ve/ya da duyuşsal edinimleriyle ilişkili olduğu görülüyor.

Bu nedenle, öğrencilere duyuşsal edinimler kazandırmak eğitim sistemlerinin öncelikli hedeflerinden biri oluyor.

Açlık grevleri, töre ve namus cinayetleri, ırza tecavüz, işkence, savaş ve benzeri olaylar karşısında, yükseköğretim düzeyinde öğrenim görmüş kişilerin bile duyarsız kaldıkları görülüyor. Bu durum, büyük ölçüde eğitim sistemimizin duyuşsal edinimlere yeterince önem vermemesinden kaynaklanıyor. Kitap okuma alışkanlığı kazandırılmayınca, güzel sanatlarla ilgili derslerle toplumsal içerikli dersler azaltılınca, eğitim süreçlerinde ırkçı, dinci ve ayrımcı söylemlerle uygulamalar öne çıkarıldıkça duyuşsal edinimler sınırlı düzeylerde kalıyor. Oysa insanların duyuşsal edinimlerinin üst düzeylerde olmasının önemi, her geçen gün, daha da artıyor.

Duyuşsal edinimi yüksek olan insanlar, kolaylıkla doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini, iyiyi-kötüyü ayırabiliyor; vicdan sahibi ve merhametli oluyorlar. Başkalarının hüzünlenmesiyle onlar da hüzünleniyor, sevinciyle onlar da sevinç duyuyor, kederleriyle onlar da kederleniyorlar. Kendileri için ne istiyorlarsa başkaları için de aynısını istiyorlar. İnsanca yaşamak, barış ve refah içinde kardeşçe yaşamak bu isteklerinin başında geliyor. Kindar olmuyorlar, başkalarının malına, namusuna ve canına göz koymuyorlar. Bir yörede deprem olduğunda diğer yörelerdeki insanların depremzedelere yardım etmek için çırpınmaları, o insanların duyuşsal edinimlerinin ve/ya da sağduyularının gücünden kaynaklanıyor.

Duyuşsal edinimleri yeterince gelişmemiş olanlar da ortak özellikler gösteriyorlar. Ben merkezli oluyorlar, başkalarını düşünmüyorlar. Bu ben merkeziyetçilik değişik düzeylerde kendini dışa vuruyor. Sevgilisi ya da eşi ayrılıyorsa, silahını çekip acımadan vurabiliyor. Hoşgörü (müsamaha), vicdan ve merhamet gibi sözcüklerin anlamını bilmeseler de, kin tutmayı gayet iyi biliyorlar.

Duyuşsal edinimler çoğaldıkça kişi özgürleşirken, duyuşsal edimi yeterli olmayan insan köleleşiyor. Köleleşme de çeşitli şekillerde ortay çıkıyor. Kimi paranın kölesi oluyor; para kazandıkça daha çok kazanmanın yollarını arıyor. Yazarsa, gerçek de olmasa hükümetin beklediği doğrultuda yazabiliyor. Müteahhit ise, son Irak savaşı öncesinde olduğu gibi, “Suriye’de savaş olsa, bize yeni iş olanakları açılır” umuduna kapılabiliyor. Kimi inancının kölesi olabiliyor. Kadını eşdeğerde görmeyip salt cinsel nesne olarak gördüğünden, kadının örtünmesini de istiyor, çalışmamasını da. Kadın olsa bile, “Kadınlardan yönetici olmaz” da diyebiliyor, “İki erkek bir odada olursa zina sayılır” da. Kimi ırkının kölesi oluyor; diğer ırklardaki insanları, insan yerine bile koymayabiliyor. Kimi elde ettiği gücün kölesi oluyor; gücünü paylaşmak değil, gücüne güç katmak, yaygınlaştırmak ve pekiştirmek istiyor.

Barış içinde yaşamak için, sağduyunun olmadığı yerde duyuşsal edinimlerin kazanılmış olması gerekiyor.

Rıfat OKÇABOL | Tüm Yazıları
Hits: 1220