İSLAM RADİKALLEŞİYOR

~ 20.09.2012, Aydın CINGI ~

Bundan yüzyılı aşkın bir süre önce Nietzsche “Tanrı’nın öldüğünü” ilan etmişti. Gerçekten de dinsellik, Avrupa’nın kuzeyinde ve de Fransa ve Almanya gibi “aydınlanma”ya beşiklik etmiş ülkelerde gerilemekte. Ancak, dünya nüfusunun dörtte biri kadarını barındıran toplumları kapsamakta bulunan İslam, sürekli bir yayılma içinde. İslam’a iman edenlerin sayısı, özellikle Sahra’nın güneyinde ve her iki yarımkürenin az gelişmiş bölgelerinde, hatta gelişmiş ülkelerin “dışlanmışları” arasında hızla artıyor. Bunların bir kesimi siyasal oluşumlarda rol oynuyor; dünya gündeminde sürekli yer alıyor.

Aydınlanmanın yerleşikleştirdiği düşünme yönteminin özünde, olgu ile inancın ayrıştırılması vardır. Bu sistemin kökenindeki felsefenin kurucularından Aristo, tartışılarak olumlanacak ya da olumsuzlanacak betimleyici, olgusal söylem ile duayı birbirinden ayrı tutardı. Günümüzde, bir yanda, özellikle İslam dünyasında, kendini esas olarak inanç ve kutsallık kaynaklı yorumlarla ifade eden bir anlayış göze çarpıyor. Diğer yanda ise, doğruyu yanlıştan ayırmak için yalnızca özgür akla güvenen ve de yargılara ancak verilere dayanılarak varılabileceğini savunan düşünce sistemleri var. Bunlar, genellikle, ilerlemiş –ve de temel olarak bu sayede ilerlemiş- Batı ülkelerinde geçerlidir.

Tüm dinlerin bağnazlık salgıladığı dönemler olmuştur. Tarih; Haçlılardan Engizisyon’a, din ve mezhep savaşlarına kadar bu olgunun tanıklığını etmiştir. Daha “dün” denebilecek kadar yakın bir geçmişte, eski Yugoslavya topraklarında, Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar birbirlerini “dinsel/etnik” nedenlerle boğazladılar. Kuzey İrlanda’da Katoliklerle Protestanlar veya Çeçenistan’da Ortodokslarla Müslümanlar metafizik boyutun gölgesinde ulusal kimlik kavgası yaptılar. Yüzyıllardır benzer savaşların içinde “din”, şu ya da bu biçimde, başroldeki öğelerden olagelmiştir.

Fanatizm, tüm dogma ortamlarında boy verebilir. Ancak, saptanan o ki, köktenciliğe eğilim Müslüman toplumlarda biraz daha belirgin. İslam, Régis Debray’nin dediği üzere, Hıristiyanlığın tersine, “Rönesans”ını önce “Orta Çağ”ını ise daha sonra yaşamıştır. Ayrıca İslam’ın yaygın bulunduğu coğrafyalarda yaşayanların sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi, inancın köktenciliğe kaymasını kolaylaştırır niteliktedir. Totaliter bir anlayışın bütüncül dünya görüşü; kızıl, siyah ya da yeşil, yalnızca kutsal bildiği kitabın içindedir. O dünya görüşü, “geniş anlamıyla” politika ile inancı birbiri içine geçirir. İşte “bir kesim Batılı” da, İslam dünyasını bu yönü ile ele alarak “dinler arası” ya da “uygarlıklar arası çatışma”dan söz ediyor; İslam’ın, oluşan gerilim dolayısıyla, “terör üretme gizilgücü” içerdiğini belirtiyor; bir tür İslam fobisine kapılıyor.

Amerika ve Avrupa siyasal çevreleri, İslamcılık ile siyasal, sosyal ve kültürel bir cepheleşmeden şimdiye değin olabildiğince kaçındı. Çünkü İslam’ın demokratik toplumlara entegre edilebilme olasılığı tümüyle yok edilmek istenmiyordu. Ancak bu ihtiyatlı tutum, kışkırtıcı karikatür ve demeçlerin, yeni terörist komploların ve İslam adına işlenen cinayetlerin gerdiği ortamda terk edilme aşamasına ister istemez gelecek gibi görünüyor.

Aslında Batı demokrasileri, 1930’lu yıllarda Nazizm’e, Faşizm’e ve Soğuk Savaş döneminde Sovyet Komünizmi’ne karşı da ihtiyatlı bir tutum takınmıştı. Geçen yüzyılda demokrasiler, her defasında, köktencilikle savaşmaktan sakınabilmek için olabildiğince esnek davranmışlardı. Ne var ki, bugün Batı demokrasilerini yönetenlerin çoğunluğunun gözünde İslam köktenciliği, içinde bulunduğumuz yüzyılın totalitarizmidir. Bu totaliter anlayışın, İslam’ın özünde bulunup bulunmadığı ya da o öze ters düşüp düşmediği yolundaki argümanlar İslam adına yapılan olumsuzlukların ortaya koyduğu gerçeği değiştirmiyor.

Nitekim son yıllarda İslam adına –“Allahüekber” haykırışları eşliğinde- işlenen cinayetler, meydana gelen linçler ve görülen idamlar Müslüman müminlerin yüzünü ağartacak cinsten değildir. İkiz Kuleler suikastının on birinci yıldönümünde ABD’nin Libya Büyükelçisi, ABD’de çevrilmiş İslam’ı aşağılayan berbat bir film yüzünden vahşi biçimde öldürüldü. Genelde Müslüman çevrelerin yorumları, “gerekçesi ne olursa olsun” böyle bir cinayetin kabul edilemeyeceği yolundaydı. “Gerekçe” olarak nitelenen olgu ise, İslam’ın ya da onun peygamberinin küçük düşürülmesi. Daha önce de Hollanda’da bir film yönetmeni öldürüldü. Bir başka yerde bir yazar veya karikatürcü, “kellesine” fetva verilerek ödül konduğu için tehdit altında saklanarak yaşıyor. Yakıp yıkmanın gerekçesi hep aynı; İslami değer ve duyguların, -dikkate alınması gerekmeyecek kadar akılsızca yöntemlerle- aşağılanıp rencide edilmesi.

“Burnundan kıl aldırmama” ve hakarete öldürüp yıkarak aşırı tepkiyle karşılık verme anlayışı, kuşkusuz ki, Müslüman toplumların çoğunluğunun az gelişmişliğinden, kendini sömürgeleştirmiş Batı’ya karşı beslediği komplekslerden kaynaklanıyor. Olan biten, Müslüman toplumlarla Batı arasındaki çelişkiyi çok açık sergiliyor. Bu arada Türkiye, Bülent Arınç’ın Trabzon’da Ayasofya kilisesinin cami yapılmasından dem vurduğu günlerde, İsrail’in egemenliği altındaki topraklarda bir cami avlusunun konser ve kokteyl mekanı olarak kullanılmasına diplomatik yollardan engel olmaya çalışıyor. Avrupa ülkelerinde sayısız cami varken ve inşa edilmekteyken bizim buralarda bir başka din mensuplarına ibadethane yapımı çok görülüyor. Tüm dünyada İslam’ın propagandasını yapmak mübah iken Müslüman ülkelerde ve ülkemizde, örneğin Hıristiyan misyoner faaliyeti kovuşturmaya tabi tutuluyor; olmadı, misyonerin boğazı kesiliyor.

Bir kesim köktenci Müslüman, kendi hoşgörüsüzlüğüne sürekli hoşgörü talep eder ve karşılanmayan taleplerini de tehdit konusu yapar durumdadır. İslamcı, kendi çifte standardının, Müslüman dünyası dışındaki bazı insanları İslam’a karşı tepkiye yöneltmesini ve bunların arasından İslam karşıtı fanatiklerin de çıkmasına yol açabileceğini öngörmek durumundadır. İslam, çağımızda giderek radikalleşmekte ve onun militan yüzü Müslüman dünyasının neredeyse genelini kapsama yolunda. Acaba bu olgu, toplumların gittikçe rasyonelleşen yapıları ışığında ve doğayı ve insanı “terbiye” eden “akıl” karşısında, bu dinsel ideolojinin orta dönemde sıkıntıya düşeceğinin göstergesi midir? Malum; bir düşünce sistemi eylemselliğinin doruğuna ancak düşüşe geçmeden hemen önce ulaşır.
 

Aydın CINGI

Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 1734