Özgürlük ve eşitliliğe aykırı tutukluluk

Ceza Muhakemeleri KanunuCMK) md. 102’nin uygulanmasıyla açığa çıkan eşitsizlik ve adaletsizlik, ülkemizde tutuklama kurumu aracılığıyla yargı sisteminin işleyiş tarzını bir kez daha gözler önüne serdi.

Sorun nereden kaynaklanıyor?

5271 sy.ve 17.12.2004 günlü CMK’nın “Tutuklulukta geçecek süre”ye ilişkin md. 102’nin yürürlüğü, önce 2008’e; sonra, 2010’a ertelendi. Konuyla ilgili yasal düzenlemeye göre madde, CMK m. 250/1-c bendinde yazılı suçlar ile ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlar bakımından 31 Aralıkta yürürlüğe girdi.

Önce, m. 250/1- c’ye bakalım: TCK 2. Kitap 4. Kısmın 4, 5, 6 ve 7. Bölümlerinde tanımlanan suçlar  (…). Kısaca bunlar, “devlet güvenliğine karşı suçlar”, “anayasal düzene karşı suçlar”, “milli savunmaya karşı suçlar” ve “devlet sırlarına karşı suçlar”..

“… (bu) suçlar bakımından, Kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.” (m. 252/2).

Şimdi, m. 102/2’ye bakalım: “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.”

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bu sürenin iki katını, 10 yıl olarak belirledi. Hesapta, iki yıllık süreye, uzatma süresi de eklendi. Bu sonuç, sanık aleyhine olabilecek en uç nokta. Aslında, böyle bir  zorlama yorum, özgürlükten yoksun kılmaya ilişkin bir uygulama için yapılamaz. Burada insan hakları yerine, ideolojik yaklaşım tarzı baskın.

Neden ve nasıl? Konuya, tutuklama ve suç türleri arasında yapılan ayrım yönünden  bakılabilir:

-Tek başına tutuklama bile kişiyi özgürlüğünden alıkoyduğu için, Anayasaca  sıkı ve belirgin koşullara bağlanmış bulunuyor (m. 19/3). Fakat uygulama, bu düzenlemenin aksine, -olağan dışı hukuk rejimlerinde dahi çiğnememez olan(md.15/2- “suçsuzluk karinesi”ni ortadan kaldırmakta. Bu konuda, bizde tutuklama süresi, İHAS uygulaması ışığında çok uzun olarak addolunur. Oysa, öncelikle, Anayasa m. 19 yanısıra, diğer birçok maddeye aykırı. Kısacası, tutuklama, amacı dışında ve kötüye kullanılan bir kurum.

-Suç tür ve kategorileri arasında yapılan ayrım ise; adam öldürme, hırsızlık gibi adi suçlar ile devlet güvenliğine veya anayasal düzene aykırı vb. siyasi suçlar arasında bu sonuncular aleyhine yaratılan farklılıktan kaynaklanıyor. Oysa, bu iki kategori arasında nitelik farkı var: adam öldürme veya hırsızlık suçtur ve bu bir evrensel hukuk ilkesidir. Burada önemli olan, suçlunun saptanması. Fakat, “devlet güvenliği veya sırrı” kavramı, daha çok siyasal. Burada neyin suç olduğu tartışmalı. Bir zamandan diğerine, bir devletten ötekine değişir. Sanık belli olabilir, ama suç göreceli…

Gelin görün ki, yasal düzenleme ile, bu tartışmalı suçların yargılanması, hem DGM’lerin yerine geçen özel yetkili mahkemelere verilmiş; bu yetmezmiş gibi, tutukluluk süresi, adi suçlara göre, iki katı olarak öngörülmüş; Yargıtay ise, bunu beş katına çıkardı.

Bu çarpık düzenleme ve uygulama, kişi özgürlüğü ilkesine, sanıklar açısından eşitlik ilkesine aykırı.

Böyle bir yasal düzenleme, başta eşitlik ilkesi (m. 10) ve özgürlük güvence ölçütleri-özellikle ölçülülük- (m. 13) gelmek üzere, Anayasa’nın birçok maddesine  de aykırı. Kuşkusuz, bunların giderilmesi ve düzeltilmesi üzerinde ısrarla durmak gerekir. Fakat bunlar, Türkiye’de yargı mekanizmasının adaleti gerçekleştirmeye elverişli bir işleyişe kavuşturulması gereğini gözardı ettirmemeli.

Aslında işe Hukuk Fakültelerinden başlayıp, yargı mesleğine giriş ve meslek içi ilerlemeye kadar geniş açıdan bakılmalı. Fakat bu da yetmez: adaletin tecellisi için vazgeçilmez bir örgüt olan adlî kolluk, uzun yıllardır gündemde olduğu halde, nedense sürüncemede tutulan bir konu; istinaf mahkemeleri, 2004’te yasal düzenlemeye bağlandığı halde, hâlâ kurulabilmiş değil. Adlî Tıp Kurumu ise, siyasal çekişmelerin dışında tutulamadı. Kısacası, yargısal karar sürecinin  hızlandırılması için somut ve ciddi adımlar atılmadı. Adaletin tecellisi, hem nicelik, hem de nitelik yönünden sorunlu.

Yüzde on baraj uygulamasını meşrulaştırmak için, “tek parti yönetiminin sağladığı istikrar”! ile kalkınma arasında kurulmak istenen sürekli bağ, adalet açısından galiba gerilemeye dönüşüyor.

Ama işin bir de idelojik arka planı var: on yıl kadar önce çıkarılan af kanunu merkezinde de “adî suçlular” vardı. Şimdiki siyasal iktidar, siyasal suçlular aleyhine düzenlemeyi, -DGM’yi kaldırarak- “sivilleştirdi”. Yargı, böyle bir ideoljik tercihten kendini hiç bağışık tutmamıştı. Şimdi de, “kraldan çok kralcı” rolünü seçti; adeta, md. 301’i koyanlarla uygulayanların birbirini bütünlemesi gibi…

(Birgün 06.01.2011)

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2008