Gerçekten hesap sorabilecek misiniz...

~ 17.04.2012, Zülfü LİVANELİ ~

Düşünün: Çok gençsiniz. Hiçbir suç işlememişsiniz, hiçbir örgüte, partiye, derneğe üye değilsiniz. Ankara’da bir yandan ailenizi geçindirmek için çalışıyor, bir yandan da sanatla, kültürle uğraşıyorsunuz. Bir gün askerler gelip evinizi basıyor, kitaplarınıza el koyuyor, bileklerinize kelepçe vurup, garnizonun içindeki bir koğuşa götürüyor.

Giderken neyle suçlandığınızı bile öğrenemiyorsunuz, kimse bir şey söylemiyor.

Koğuşta tanıdığınız kişileri görüyorsunuz. Neyle suçlandığınızı onlardan öğreniyorsunuz. Meğer üzerinize atılan suç “uçak kaçırmak”mış.

Kimler mi suçlanıyor bu soruşturmada? Altan Öymen, Erdal Öz, Emil Galip Sandalcı gibi tanınmış aydınlar. Uçakla tek ilişkileri arada bir binip İstanbul’a gitmek olmuş. Hayret ediyorsunuz.

Ama diyorlar ki; “Bize ağır işkenceler yaptılar. Filistin askılarına astılar, boğazımıza kadar toprağa gömdüler; karı koca birlikte alıp birbirinin gözü önünde işkence yaptılar, çocuklarını da getirip izleteceklerini söylediler; elektrik verdiler. Şimdi sana da bunlar yapılacak. Hazırlıklı ol.”

Sonra öğütler veriliyor: “İşkence sırasında çok bağır, kişiliğini yok etmek için aşağılayacaklar, bunun geçici olduğunu düşün, organına elektrik verecekler, bir iki hafta kan işeyeceksin ama merak etme sonra geçiyor, erkekliğine bir şey olmuyor.“

“Sağolun” deyip ranzana uzanıyorsun. Yüreğinin derinliklerinde üşür gibi bir korku, bir soğukluk, bir titreme. Ranzanın üst katında Ömer Madra yatıyor. O da işkenceden getirilmiş.

Her sabah 9’da garnizon kapısından bir cip giriyor. O gün sorguya alınacak kişilerin listesini getirdiklerini biliyoruz. Koğuşun kapısına, demir parmaklıkların arkasına yığılıyoruz. Bir süre sonra dört asker, koğuşa doğru yürümeye başlıyor. Ellerinde siyah göz bantları ve kelepçeler var.

Sürek avında kıstırılmış bir hayvan gibi titremeye başlıyorsun. Koğuşun önünde durup isimleri okumaya başlıyorlar. Başka birisinin adı çıktığında bir sevinç kaplıyor içini. O gün de kurtulduğunu, bir gün daha kazandığını düşünüyorsun. Ama sonra, adı okunan arkadaşlarını alıp gözlerine siyah bant, ellerine kelepçe vurarak haki renkli kamyonete bindirdiklerinde bir utanç kaplıyor seni. Kurtulmuş olmanın hayvanca sevincinden utanıyorsun.

Yoklamalarda o arkadaşların isimleri okunduğunda bir asker “Burada” diye bağırıyor. Oysa orada yoklar. İşkence mahzenlerinde ölüp ölüp diriliyorlar. Ama resmen orada oldukları söyleniyor. Yine bir dehşet duygusu.

İki gün sonra o arkadaşları getiriyorlar. Acılar içinde kıvranan, insanlıktan çıkmış, morarmış, sadece inleyebilen gövdeler.

Saygılı bir sessizlikle yaralarını tedavi etmeye çalışıyorsunuz.

Konuşabilecek hale gelince anlatmaya başlıyorlar, çünkü anlatma ihtiyacı içindeler. Çok garip şeyler söylüyorlar. Bir arkadaş işkencecilerin ona elektrik verirken, hangi pidecinin daha iyi pide yaptığını tartıştıklarını anlatıyor.

Bir arkadaş, işkencehanede asılı olan bir kafesin içindeki kanaryaya öfkelenmiş. “Çünkü normal hayatı, dışarıyı, baharı hatırlatıyordu” diyor.

Bir başkası yeni beyin ameliyatı geçirmiş. İşkencecilere bunu söylüyor ama bir etkisi olmuyor. “Elektrik telini getirip tam ameliyat yarasının içine soktular” diyor.

Sonra... Sonra beklenmedik bir şey oluyor. İnsanlar bu anlatılanlara gülmeye başlıyorlar. Gülmeler giderek delice, isterik kahkahalar halini alıyor; yaralı bereli arkadaş bile acı çekerek gülümsüyor. Herkes gülmeli ya da aklını kaçırmalı. Başka çare yok.

Geceleri ranzada oradan oraya dönüp, size yapacakları işkenceleri düşünüyorsunuz. Hayal gücünüz size korkunç sahneler gösteriyor.

Aileniz sizi bulamıyor, artık yoksunuz.

Bir gece aklınıza bir şey geliyor: Grip olduğunuz zaman aldığınız bir ilaç alerji yapmış, sizi hastanelik hale getirmişti. Diliniz büyümüş, boğazınız tıkanmış, nefes alamamıştınız. Sizi hastanede hayata döndürmüşlerdi.

Ertesi sabah, nispeten merhametli bir nöbetçiye bu ilaçtan aldırıyor, cebinize saklıyorsunuz.

Aradan sekiz yıl gibi, sekiz koca gün geçiyor. Bir sabah 9’da sizin adınızı okuyorlar. Hemen lavaboya koşup o ilacı yutuyorsunuz. Gözünüze siyah bant vuruluyor, elleriniz kelepçeleniyor ve kamyonetin arkasına bindiriliyorsunuz.

Uzak bir yerlere götürüyorlar sizi. Bir süre sonra uyuşmalar, dilinizde şişmeler, tıkanmalar başlıyor. Bilmediğiniz bir yerde kamyonet duruyor. Kollarınıza girip sizi indiriyorlar, sonra bina olduğunu tahmin ettiğiniz bir yere sokup merdivenlerden aşağı sürüklüyor, bir sandalyeye oturtuyorlar. Sonra sessizlik çöküyor ortalığa. Hiçbir şey olmuyor. Bu arada nefesiniz iyice daralıyor artık. Sandalyeden düşmek üzereyken duyduğunuz bir sesle irkiliyorsunuz. Bir kadın çığlığı bu, korkunç acı çeken bir kadının çığlığı. Sessizliği yırtarak, devam ediyor. Karanlıktasınız, nefes alamıyorsunuz, kalbiniz tuzağa düşmüş bir kuş gibi çırpınmakta.

Neden sonra odaya birilerinin girdiğini duyuyorsunuz. Bir el gözünüzdeki bandı alıyor. Önce hiçbir şey göremiyorsunuz, sonra yavaş yavaş bir odada olduğunuzu ve önünüzde ayakta duran iki adamı fark ediyorsunuz.

Size bir şeyler sormaya başlıyorlar. Anlamıyorsunuz. Adamların ikisi de sivil giysili. Biri ince, uzun, esmer, siyah yuvarlak gözük takmış. Öteki iri yarı, yüzü çiçek bozuğu, kaba saba bir adam.

İnce olanı “Ben Erzurum’da askeri doktorum“ diyor. “Seni konuşturmak için burdayım. Ben bir teknisyenim yoksa sana bir düşmanlığım yok. Görev yapıyorum.” Öteki, “Vakit kaybetme, basalım elektriği” diyor.

Uçağı kaçıran korsanları tanıyıp tanımadığımı soruyorlar. Adlarını bile duymadığımı, haberi gazetede okuduğumu söylemeye çalışıyorum ama konuşmam mümkün değil, ağzımdan ancak boğuk hırıltılar çıkıyor, nefes alamadığım için morarmaya başlamış olmalıyım.

“Neyin var?” diyorlar.

“Kalp!” demeye çalışıyorum. İri yarı adam küfür ederek numara yaptığımı öne sürüyor, doktor olan tansiyonumu ölçüyor, ağzımı açıp bakıyor ve “Bu adam ölmek üzere!” diyor.

Kendi aralarında, ne yapacaklarını konuşuyorlar. Sonra orada öleceğime, hapishanede ölmemin daha doğru olacağına karar verip beni (yine gözümü bantlayarak) gerisin geri yolluyorlar.

Koğuşa dönünce endişeyle başıma toplanan arkadaşlarıma, yazı yoluyla olan biteni anlatıyorum ve daha önce işe yaramış olan bir ilacı aldırmalarını söylüyorum. İlaç geliyor ama ben bu ızdırabı iki gün daha çekiyorum. Daha sonra da iki yıl ses tellerimden tedavi görmem gerekecek.

***


İşte darbe budur. Muhtıra yazı, demeç vs. bunların yanında havagazı kalır.

Şimdi darbeleri yargılıyoruz diyenlere soruyorum. Siz bu insanları yargılayabilecek misiniz? Sadece kitap okuduğum için gençliğimi mahvedenlerden hesap sorabilecek misiniz? İşkencehanelerde insanlara elektrik veren, cop sokan, ırza geçen; insanları toprağa gömen, hatta yakan, öldüren sadist görevlileri bulup teşhir edebilecek misiniz?

Yoksa birkaç general, birkaç siville işi geçiştirecek misiniz?

Ben kendi adıma şikâyetçiyim.

Hiçbir suç işlemediğim halde bana ve yüz binlerce kişiye bu muameleleri yapanların bulunmasını ve hesap sorulmasını istiyorum.

Çünkü ancak o zaman “darbeyle yüzleşmiş“ olabiliriz.

Not: Yıllar sonra bu suçlamanın tamamen uydurma olduğu, Ankara Sıkıyönetim Komutanı’nın emriyle bir aydın grubu yıldırmak amacıyla yapıldığı ve bu durumu savcıların da sorgulayanların da bildiği ortaya çıktı.

(GazeteVatan)

Zülfü LİVANELİ | Tüm Yazıları
Hits: 1639