ALIR BAŞINI GİDER SÖZ..

~ 26.03.2012, Av. Muazzez ÇÖRTELEK ~
Geçen yıl, 11 Mart 2011’de Japonya’da 9.0 büyüklüğünde bir deprem oldu.
 
Geçen yıl benim ülkemde bir çok sorun vardı. Aradan bir yıl geçti. Benim ülkemde yine pek çok sorun var. Hatta ülkem kendi kendisiyle kavga ediyor sanki.
 
Benim ülkem derken, şöyle geçmişe doğru hızlı bir yolculuk yapıyorum.
 
1900’lerin sonunda İmparatorluk nefes alamaz durumda. Önündeki on yıllarda bir şeylerin değişeceği muhakkak. Avrupa’da da çok şey değişiyor. İmparatorluklar birer birer tarih sahnesinden siliniyor. 1923’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluyor. Cumhuriyetle birlikte hızlı bir atılım yaşanıyor pek çok alanda. Okur yazarlık artıyor, kadın erkek eşitliği konusunda ciddi bir yol katediliyor. Devrimler ardı ardına geliyor. Tek parti dönemi çeşitli denemeler yapıyor ama başarılı olamıyor, çok partili sisteme geçişte. Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili döneme geçiş, yirmiyedi yıl sürüyor.
 
Sonra Demokrat Parti giriyor siyaset yaşamına. Çok partili sistem, demokrasiyi inşa etme iddiasında doğal olarak. Ama siyaset birkaç kez askeri darbelerle kesintiye uğruyor. Her seferinde halkımız, nasıl oluyorsa önce bu kesintileri yapanlara kucak açıyor, sonra da onlardan hoşnutsuzluğunu gizlemiyor.
 
Ama siyaset hep sağdan akıyor. Solun, kendisine dair sorunları da dahil, toplumun sosyal yapısı, iç ve dış pek çok etmen sol siyasete geçit vermiyor. Siyaset kısa dönemler dışında sağdan, hep daha sağdan akmaya devam ediyor.
 
Şimdi artık yöneten irade öyle bir akış tutturdu ki, sürecin en başından başlayarak sorgulamaya, eksiği gediği bulmaya ve onları düzeltmeye, düzenlemeye, umuda açık bir ülke yaratmaya değil, inşa edilen her ne varsa iyi, güzel, doğru, yanlış, hiçbir ayırım yapmadan her şeyle hesaplaşmaya, daha ötesi yıkıma başlıyor.
 
Bundan böyle eğitimi de külliyen değiştirecektik, meydanları da; insanları da külliyen değiştirecektik, inançlarımızı da; bildiklerimizi de unutacaktık, sevdiklerimizi de. Soframıza sunulan budur. Neden? Bu kavga neden? Verilen yanıtlar hiç tatminkar değil. Bir ülke kendi kendisiyle böyle ağır, hınca varan bir öfke tutulmasıyla kavga eder mi? En yumuşak tonda konuşurken bile; “Tamam, madem üzülüyorsunuz, yapın benim dediklerimi, olsun, bitsin, yapmazsanız o, sizin bileceğiniz bir şey, sonuçlarına katlanırsınız, benden söylemesi.” Der mi? Diyorsa, ya bu soruların yanıtı istenmeli ya da verilmelidir kendiliğinden. “Demokrasi” diyorsak, bunu gerektirir. Yangın yeri gibi bir ortamda umut, mutluluk yeşerir mi?
 
İşte böyle bir ortamda, geçen yıl 11 Mart 2011’de, Japonya’da 9.0 büyüklüğündeki depremde meydana gelen zincirleme felaketler dizisini anımsadım.
 
Aradan bir yıl geçmişti. Deprem nedeniyle değil ama depremden sonra meydana gelen tsunami yüzünden onbinlerce insan ölmüştü. Evsiz barksız kalan yüzbinlerce insan vardı. Bir nükleer santralde meydana gelen kazanın etkileri acımasızca sürüyordu. Yüzbine yakın insan ise santralin çevresindeki yerlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Çok büyük bir bölümü bir daha asla evlerine dönemeyecekti. Bir gazete haberinde okumuştum, bir kadın, “her yemek yediğimde, ne kadar dikkatli seçimler yapsam da, yediklerimin radyasyonlu olup olmadığını bilemiyorum, belirsizlik duygusundan kurtulamıyorum” diyordu. Bazı yerlerdeki marketlerde, dükkanlarda halen radyasyon ölçümlerine devam ediliyordu.
 
Japonya, Nükleer Santraller konusunu yeniden değerlendirmeye almıştı geçtiğimiz bu bir yıl içinde; dünyanın pek çok ülkesinin yaptığı gibi. Biz ise, geçen bir yıl içinde, dünyadaki en büyük nükleer kazanın yaşandığı Rusya ve ikinci büyük kazanın yaşandığı Japonya ile anlaşmak istediğimizi söylüyorduk nükleer santraller için. Kimse bize bir şey sormuyordu. Bu duygularla bunca hay huy içindeki bu ortamda, bize kilometrelerce uzak bir ülkedeki insanların acısı da, acı geldi yüreğime. Böyle bir şeyler yazdım, birinci yılın sonunda. Bazı arkadaşlarımla paylaştım yazıyı. Yeni Yaklaşımlarda yayınlandı.
 
Ertesi gün, Üniversitede aynı sınıfta okuduğum bir sınıf arkadaşımdan, meslekdaşımdan bir ileti geldi. Şöyle diyordu: “ Değerli Meslektaşım, elinize sağlık. Bana Nazım Hikmeti hatırlattınız. Selamlar. Güneş Gürseler”
 
Neye uğradığımı bilemedim. Hiç böylesine şaşırmamış, hiç böylesine gönenmemiştim son zamanlarda. Üşenmemiş, “Hiroşimalı Kız” şiirini eklemişti iletinin altına. Kısa, tutuk bir yanıt verdim arkadaşıma.
 
Düşünüyorum, hala düşünüyorum; şu yazı denen, söz denen nesne mi, şey mi, ses mi, duygu mu her neyse o; büyü gibi bir şey olmalı. İnsanların hangi sözleri, hangi yeni sözlere neden oluyor asla bilemeyiz. Yazılanlar, nerelere kimlere nasıl ulaşıyor, ulaşınca neye dönüşüyor asla kestiremeyiz. Sanırım onun için şu yazı, çizi işi hiç sevilsin istenmez. En ağırıma gideni de hep istenirmiş gibi yapılması olmuştur.
 
Ben, bana iletileni paylaşmadan edemeyeceğim, çünkü başka türlü teşekkür edemeyeceğim.
 
 
HİROŞİMALI KIZ
 
'kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.'

NAZIM HİKMET
Av. Muazzez ÇÖRTELEK | Tüm Yazıları
Hits: 3080