İnsanî Değerleri Derinleştiren Sanatın Karşıdevrimcisi Olmaz; O Sanat, İnsanî Devinim ve Toplumsal Devrimin Dayanaklarındandır

~ 01.12.2010, Nihat BEHRAM ~

Sanat-siyaset ilişkisi konulu tartışmalar yeni değil, sürekli tartışılagelmiş bir konudur. Bu konudaki tartışmalar bir değil bin kütüphane dolduracak kadar fazladır. Yine de her dönem ‘sil yeni baştan’ tartışılagider! Yazık ki, şimdi yaptığımız da odur!

Sanat/sanatçı-siyaset/devrim ilişkisi hakkında konuşurken, ilkin açıklık kazanması gereken bu kavramlardan ne anladığımız olmalıdır. Öyle ya, her biri devasa derinlik ve devasa karmaşıklık içerir. Şimdi siz, ‘siyasi devrim’le ‘toplumsal devrim’i, ya da insanî değerleri derinleştirmekle sığlaştırmayı ya da gayri insanî devinimle insanî devinimi birbirine karıştırırsanız girdiğiniz dehlizden çıkmanız mümkün değildir. Hele ki bu konuda, yani karmaşıklığıyla ilk sıradaki konumunu hiç yitirmeyen sanat-devrim ilişkisi konusunda.

Çok genel tanımıyla siyasi devrim, devrimci güçlerce gerici siyasi iktidarın alaşağı edilmesidir. Siyasi önderlik bunun için güncel koşullara göre sürekli değişme özelliğine sahip strateji ve taktikler geliştirir. Toplumsal devrimse, rahminde siyasi devrimi olgunlaştıran, yani öncenin öncesinden süregelen ve sonranın sonrasına doğru süregiden devrim-devinimdir. Anlamı tek cümleyle: gayri insanî olana karşı insanî olanı egemen kılmaktır. Toplumsal devrimle ana-yavru ilişkisi içinde olmayan, yani ruhunu-bilincini toplumsal devrimden emzirmeyen siyasi devrim bir hiçtir! Zaten siyasi devrim de, toplumda süregiden insanî ve toplumsal değersizleşme tersliğini, insanî ve toplumsal düzlüğüne çıkarmak için yapılması gereken bir zorunluluk (yani toplumsal devrimin bir zorunluluğu) değil midir?

Bu zorunluluk ve sürecin ekonomiden bilime bir milyon gerekçesi ve görüntüsü sayılıp tanımlanabilir, ama konumuz sanat/sanatçı-devrim ilişkisi olduğu için bunun sınırı ve çok genel hatlarıyla bazı genel doğruların altını çizmek istiyorum:

İlkin insanî değerler, yani insanı insan kılan değerler doğru kavranmalıdır. İnsanoğlunun yarattığı en yüce değerlerden biri olan sevda değeri sözgelimi. Direnme değeri, vicdan değeri, umut, cesaret, hasret, acı, sevinç…. Bu değerleri insanî ve toplumsal anlamlarıyla, insana ve topluma doğru derinleştiren sanat ve sanatçının karşıdevrimcisi olmaz. Bu değerlerin tartıldığı devrim terazisi ‘siyasi devrim’ değil, ‘toplumsal devrim’dir. Çünkü gayet açık: sözgelimi insancıllık marksizmi içermez. Ama marksizm insancıllığı içerir. İnsancıllık marksizmin doğal parçasıdır. İnsanî değerleri insana ve gerçeğe doğru derinleştiren herşey devrimcidir. İnsan karşıtlığı, insanî değerleri sığlaştıran, magazinleştiren, yozlaştıran, arabeskleştiren, ucuzlatan softalaştıran, karartan mayada aranmalıdır. Sanatta ‘devrimci gerçekçilik’in anlamı budur. (‘Sosyalist gerçekçilik’ kavramı yerine ‘devrimci gerçekçilik’ kavramını seçişim dikkatten kaçmamalıdır.)

Somutlamak ve açıklayıcı olması için gerek halk kültürümüz gerekse çağdaş kültürümüzden (genel hatlarıyla) örnek vermek gerekirse: Sözgelimi, ‘sevda’ değerini derinleştirmede coğrafyamızda yetişmiş Karacaoğlan, konusunun yeryüzüne gelmiş en büyük şairlerinden biridir. Bütün ömrünü güncel siyasetin dışında fakat sevda değerinin doruğunda esen bir rügâr olarak yaşayan Karacaoğlan şiiri “Ölümden korkup da gününü sayan ölür gider yâr koynuna giremez” dizesindeki gibi, bilgeliği, derinliği, duruluğu, gerçekçiliği, direnciyle devrimciliğin siyasi ve toplumsal her anlamında sönümsüz bir ışıltı taşır. Pornografinin cinsellik olarak gayri insanî saldırısına karşı Karacaoğlan cinselliğin erotizmi de içeren insanî kalesidir. Ufkudur, kalkanıdır, doruğudur. Düş gücü, imge, betim gücü, söz duruluğu, yalınlığı erişilmez yetkinliktedir. “Benden selam olsun ev külfetine, çıkıp ele karşı ağlamasınlar” diyen Pir Sultan direnişin, dönmezliğin, adanmışlığın; Dadaloğlu coşkunun, cesaretin, Köroğlu öfkenin, Yunus vicdanın, bilgeliğin aynı yücelikteki örnekleridir. Onlar değilse eğer, insana ve gerçeğe doğru derinleşen toplumsal devrimin halksal dayanakları nedir ve kimdir peki?

Devrimci sanat havadan düşmez. Kendi değer mirasları üstünde yükselir. Bugünkü çağdaş kültür de sıfır kilometrede piyasaya çıkmış değildir. Sanat kendi mirasının ekidir. Tevfik Fikret’siz bir toplumda Nâzım olmak mümkün değildir. Her birinde, üstünde yükseldikleri yerel ve evrensel mirasın kökleri vardır. Bilim de aynen böyledir.

Devrimci gerçekçi sanatın devrimciliği esas anlamıyla insanî değerleri insana ve gerçeğe doğru derinleştirmesi nedeniyledir. Bilgiç değil bilgedir. İnsanî olanı bilgece kurgular. Kirli değil durudur. Kirletilen insanî değerleri durulayarak seslendirir. Mızmız, teslimiyetçi, ruh özürlü, ithal ve taklit değil, insanî gerçekliğin sahici ışıltısını taşır. Düş onun soluğunda tanımını bulur; anlaşılmaz olan onun sesinde anlaşılırlık kazanır; yalanın oyunu onun doğrultusunda bozulur; acı onun çığlığında toplumsal boyutuna, etkisine kavuşur. İnsanlığın insana dönük deviniminde devrimci gerçekçi kültür-bilim mirası muazzam bir anlama sahiptir. Onsuzluk mümkünsüzlük demektir. Şimdi, insanın varoluşunu Darvin’siz açıklamak mümkün mü? Ya da Jose Marti’siz yurt sevgisini?

Toplumsal devrimin, insanî devinimin büyük değerlerini, siyasi devrimin tezleri ya da bir başka gerekçelerle budamaya, değersizleştirmeye kalkışmak, silahın koyuncebinde patlaması, bindiğin dalın kesilmesi anlamındadır.

Eğer konu şiirse, işte çağdaş şiirimizin dorukları Dağlarca, Attilla İlhan, Melih Cevdet, Cahit Külebi, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Turgut Uyar, Metin Eloğlu, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Cemal Süreya….değil mi? Onları özümsemeksizin ve onlara eklenmeksizin bir adım, bir soluk, bir bakış ileri ulaşmak mümkün mü? Var mı böyle bir devrimci ulaşım ‘paraşütü’!

Siz şimdi siyasi devrim ya da herhangi bir gerekçeyle, sınırlı ve dar açıdan baktığınızda, diyelim ki Dağlarca’yı, yani seslendiği dilin büyücüsü o büyük şairi ‘karşıdevrimci’ ilân edebilirsiniz. İyi de, Asû’suz çağdaş şiirimizi nasıl tanımlayacaksınız?

Ki Attila İlhan’ın, çağdaş şiirimizde bambaşka, öylesine muazzam bir yeri var ki, o damar atardamardır, kesmeye gelmez. Onu küçümsemek, değersizleştirmek, hafifsemek çağdaş şiirimizin bir doruğunu geleceğimizden gizlemeye çalışmak anlamı taşır. Attila İlhan çağdaş şiirimizin büyük bir sesidir. Bu dilde şiir yazmak isteyenin özümleye özümleye, soluya soluya okuması gereken bir şairdir. Bunun ötesindeki özellikleri de gözardı edilmemelidir. Daha 16 yaşında, komünizm propagandası anlamına gelen meşhur 141. madde ile gözaltına alındığı günden ölene dek sisteme itaatsizliği, anti-emperyalist öfkesi, başeğmezliği, uslanmazlığı, yurtseverliği, otosansürsüzlüğü, softalığa karşı öfkesinden ödün vermeden yaşamış devasa bir kişiliktir. Bu boyuttaki bir şairin ‘siyasi devrim’e ilişkin görüşleriyle çelişkiniz, toplumsal boyuttaki değeri ve büyüklüğü yanında ‘dipnot’ olarak kalmaya mahkûmdur. Bu ‘dipnot’ları ‘esas’ diye sunmaya kalktık mı, görme ve teşhis özürlülüğüyle O. Pamuk belasında payı çok büyük olan Fethi Naci’den, çağdaş kültürümüzün değerli nice sanatçısına kadar çok kişiyi de ‘proletaryanın kültürü’ne sığdıramayız! Lenin de zaten, bu işe, yani ‘sığdıramazsan sil’ işine kalkanlara, ‘Sakın bu işe kalkmayın!’ türü bir uyarıda bulunmamış mıydı? ‘Karşıdevrimcilik’ halk ve yurt düşmanlığı, insanî değerlere düşmanlık, aydınlanma düşmanlığı, hainlerle iş ve ilişki içinde olmak anlamları taşır. ‘Siyasi devrim’ düşüncesindeki farklılıkta sarfedilecek bir tanım değildir. Hele ki bilim ve kültür adamları için, öfkenin ayarsızlığı kendi küpünü kırar!

Attila İlhan’ın büyük şairliği ve sisteme itaatsiz, uslanmaz kişiliği derken söylenecek onbin şey var da, yazının sınırlarında birini söyleyip geçeyim: ‘Deniz Kasidesi’ adlı şiiri Varlık Dergisi’nin Temmuz 1972 tarihli sayısında yayınlandı. Demek ki, şiirini Denizlerin 6 Mayıs 972 deki idamlarının hemen ertesinde yazmış. soL geçtiğimiz Mayıs anmalarında bu şiiri “Dönemin güncel-yerel acısına bir büyük şairimizin sıcağı sıcağına verdiği tepki, bir büyük şiirin sesinde tarihsel-evrensel derinliğiyle ölümsüzleşmiştir” notuyla yayınladı. Bu kez ben de bu büyük şairimizi bu şiirinin birkaç dizesiyle anmadan edemiyorum:

“açıklarda göz gözü görmez fırtınadan anlar gelir
körfeze kocaman ve soğuk pelikanlar gelir
buzlu bir hüzünle yüklü yorgun ve üzüntülü

……..

döner sis anaforları bir imdat çınlar gelir
ıslıkların kemendiyle çekilip boğulanlar gelir
boyunları kırılmış son derece ölü

…….

günler dağılır altüst olmuş zamanlar gelir
başka başka takvimlerden başka insanlar gelir
ölümlerini tekrar tekrar yaşamaya gönüllü „

Nihat Behram / Kasım 10

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 2078