02.02.2012
İran’a saldırı tehdidi her geçen gün tırmanıyor.
ABD seçimleri nedeniyle şahinlerden sürekli “Hadisene, ne duruyorsun? İran’a saldırsana!” baskısı gören başkan Obama bir yana; International Herald Tribune (IHT) / New York Times’ta çıkan Ronen Bergman’ın makalesi, saldırı için kesin tarih bile verdi. IHT’de çarşaf gibi yayımlanan -tam sayfalık- yazıda (28-29 Ocak), İsrail’in bu yıl İran’a saldıracağı davul zurna ile ilan ediliyordu...
Bergman artık geri dönülmez noktaya doğru hızla yol alındığına; meselenin özetle bundan böyle saldırının arka planını hazırlamaya kaldığına, (Irak savaşı öncesinde yapıldığı üzere!) “uluslararası yasal meşruiyet/kılıf altında” saldırıyı gerçekleştirebilmek için “uluslararası desteğin arttırılması yolundaki çabaların ilerletilmesi” gerektiğine dikkat çekiyordu.
Sanal âlemde bomba etkisi yaratan ve internet sitelerinde çok sayıda tartışmayı fitilleyen Bergman’ın yazısı üzerine İran’dan yakın dönemde dönen bir uzman ve Avrupa’da bulunan bir “yeşil hareket” destekçisi İranlı ile görüştüm...
Irak savaşı öncesi gibi
Saldırı tarihlerinin artık böyle açıkça havada uçuştuğu ve yaptırım kıskacının arttığı dönemi, acaba İran halkı nasıl yaşıyor; baskıyla nasıl baş ediyordu? Başlangıçta, üstüne basa basa İran halkını hedeflemeyeceği söylenen ve sadece rejim kodamanları üzerinde baskılara yoğunlaşacağı iddia edilen yaptırımların çapının neden böyle genişletildiğini sordum öncelikle…
Üç küsur yıl önce malum Obama... İslam ülkeleriyle ilişkileri “resetlemek” iddiasıyla işbaşına gelmişti.
İslam âlemiyle sözüm ona “yeni sayfa açmak” savını sahiplenen yeni pozisyon mucibince, karşıtlaşmaya dayanan Bush’un ilkel “sopa” politikaları bırakılacak; yerine... “havuç ve sopa”ya başvuran “diyalog yolu” denecekti.
Virajdaki en kritik ve önemli değişiklik, İran politikasında kendini gösterecekti.
Obama, İran rejimiyle mümkün olduğu kadar “açılım/müzakere kapılarını” zorlayacaktı…
Şablon baştan böyle konduğundan; yaptırımların gündeme geldiği ilk evrelerde önlemlerin “molla rejimi” üzerinde sadece seçilmiş noktalar üzerinde alabildiğince seçici biçimde uygulanacağı, geniş halk kitlelerinin yaptırımlardan doğrudan “zarar görmesinin hiçbir biçimde istenmediği” ve böyle bir hatanın bir daha asla yapılmayacağı söylenmişti.
Bugün halbuki aynı Bush döneminin savaş öncesi Irak’ında olduğu gibi, İran’da “yaptırım kıskacı” giderek neredeyse ilaç piyasasını bile etkiler hale gelmiş...
Konuştuğum İran kaynağı; bu “Bush-laşma” ortamını, geçmişteki vaatleri hilafına Obama’nın masadan “müzakere seçeneğini” kaldırmasına bağlıyor.
Yaptırım yelpazesinin genişletilmesini; şimdiye değin olduğu gibi Batı’nın yalnız “güç politikasıyla” ilgilenmesi ve “güç politikası” kullanmasıyla açıklıyor.
İran rejiminin ebedi, ezeli baskılarıyla öteden beri ezilen İranlıların katmerli çilesine şimdi bu “yaptırım kıskacı” da eklemlenince, hayat çekilmez hale gelmiş. Geleceğe dair her türlü belirsizlik artmış. Bu, İran halkında şimdiden büyük stres yaratmış.
İran’ın ‘bölünme korkusu’
Farklı farklı başlardan oluşan rejimin “oligarşik” yapısı içinde zaten kimin hangi kararı ne zaman alacağı bilinmezken, AB’nin yürürlüğe koyacağı ek yaptırımlar ve uluorta yapılan saldırı söylentilerinin başını alıp gitmesiyle, günlük yaşamın her alanı etkilenerek sekteye uğramış...
Riyal-dolar “kuru” yoyo gibi oynadığından; alım-satım-kira-banka işlemleri çıkmaza girmiş. Yüzde 20 sularındaki enflasyon, zıplamış. Kanser hastaları dahi, kemoterapi gibi son derecede yaşamsal tedaviler için gereken ilaçları önümüzdeki aylarda bulup bulamayacaklarına dair kaygı yaşamaya başlamışlar…
“Günlük yaşamın” endişelerinin yanında, halkın bir numaralı korkusu, olası bir saldırı sonunda “İran’ın bölünmesi” imiş…
Olası bir İsrail ya da ABD saldırısı sonucunda İran, komşu Irak gibi lime lime edilmekten çekiniyor anlayacağınız ve Azerbaycan, Kürdistan bölgelerinin yanı sıra Pakistan sınırındaki Belucistan’ın bölünmesinden korkuyor...
Erken istendiği için yazıyı burada kesiyorum. Kaldığımız yerden hafta sonu devam ederiz.
RTE usulü ‘dinci laiklik’
İran’ı yazarken tam, ekrana RTE’nin “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” demeci düştü. Bu konuda da iki kelam etmeden geçemedim. Başbakan daha yeni Arap Baharı ülkelerine “laik devlet” önermesi yapmamış mıydı? Laik devletlerin başbakanları hiç böyle laf eder mi? Yurttaşlarının dindarlık derecesi “laik devlet” başbakanlarının ilgi alanına girer mi? Laik devletlerin başbakanları, dindarlık dozunu farklı ölçülerde yaşayan yurttaşların tümüne eşit mesafede durmak yükümlüğünde değil mi? Öyle anlaşılıyor ki... Recep Tayyip Erdoğan cumhuriyetinde “laiklik” de artık RTE usulü “dindar laiklik” olarak sil baştan yeniden yazılacak.
04.02.2012
Dün gazetelerin birinci sayfasında yer alan fotoğrafları görmüşsünüzdür...
Uçaktan dev bir Humeyni maketi indiriliyor. İran askerleri maket canlıymış gibi, selam duruyor.
İran devrim süreci malum Paris’te uzun yıllar sürgün yaşayan Humeyni’nin bir “Air France” uçağıyla Tahran’ın Mehrabad Havaalanı’na ayak basmasıyla başlamıştı…
O günden bu yana tam “33 yıl” geçmiş… İranlılar hâlâ çile çekiyor.
80’leri İran-Irak savaşına feda eden İran, 90’ları Hatemi’nin başka bahara kalan “değişimini” bekleyerek ve şu son dönemi de buruk hüsranla sonuçlanan “yeşil hareketin” başının ezilmesiyle geçirdi.
33 yılın bilançosu sonuçta bu oldu: Havaalanında karton bir makete selam çakan askerler!
İran’ın çok yönlü hüsranı yalnız siyasi değil...
Son 33 yıl İran için ekonomik boyutta da büyük düş kırıklığı yarattı.
Şah döneminde içe kapalı Türk ekonomisine.. büyük petrol servetiyle tepeden bakan İran’ın; günümüzde 4500 dolar olan kişi başına geliri, Türkiye’nin kişi başı gelir düzeyinin ancak yarısına erişebiliyor. Sadece petrole dayalı olan ekonomide ihracatın aslan payını o gün bugün yalnız petrol, doğalgaz, petrol ürünleri oluşturuyor. Molla güdümündeki ekonominin keyfi, başıbozuk, yoz, kötü yönetimi denetlenemiyor. Kronik yüksek enflasyon oranları ve işsizlik indirilemiyor. Bunlar yetmezmiş gibi, hızlanan yaptırım baskısı, riyalin dolar karşısında yüzde 40 değer yitirmesine yol açıyor. Karaborsa tavan yapıyor; gelecek kalın bir belirsizlik perdesine gömülüyor...
Bilanço: Sokakta dua, evde içki
ABD’nin düşünce kuruluşu “Carnegie Endowment”ın İran uzmanı Karim Sadjadpour, 33 yıl öncesiyle bugünü karşılaştırırken, “İranlılar 33 yıl önce siyasi özgürlük dışında tüm diğer özgürlüklere sahiptiler” diyor; “Bugün o siyasi özgürlükleri elde edemedikleri gibi, vaktiyle sahip olmuş oldukları eski özgürlüklerini de kaybettiler...”
Kara mizah bir espriyle durumu sonra “Devrim öncesi yıllarda insanlar içkilerini dışarıda içer, ibadetlerini evde yaparlardı” diyerek özetleyen Sadjadpour, “Şimdi dışarıda ibadet edip evde içki içiyorlar!” sözleriyle bilançoyu tamamlıyor.
İran’ı tanıyan herkesin bildiği gibi gelinen noktada “halkın devrime inancını yitirdiğini” ve hatta rejime olan inancın rejim kodamanları arasında bile kaybolduğunu belirten İranlı uzman, dinci düzenin sadece üç ideolojiye dayandığını sözlerine ekliyor: “ABD’ye ölüm!”, “İsrail’e ölüm!” ve tabii “tesettür”….
Başka deyişle “ABD şeytanı”, “İsrail şeytanı” ve “kadın şeytanı”!!!
Molla rejiminin her fırsatta menzilinde bulunan “şeytan kadın”(!) saplantısını bir yana bırakacak olursak; “nükleer bomba hevesleri” yüzünden İran 2005’ten bu yana, “ABD şeytanı” ile “İsrail şeytanının” çaprazına sıkışmış durumda.
“İran’a açılım” iddiasıyla işbaşına gelen Obama’nın 2009 başında Beyaz Saray’a girmesiyle, bu kalıplaşmış şablonun aslında Tahran’da bir miktar olsun değiştirilebileceği düşünülmüştü.
Dönüm noktası ‘yeşil isyan’
Obama, İslam ülkeleriyle ilişkileri “resetlemek” iddialarıyla işbaşına gelmiş ve seçilir seçilmez İran’a “diyalog havucunu” uzatmaya başlamıştı. Ancak İran’da aynı yıl yapılan hileli cumhurbaşkanlığı seçimleri ardından baş gösteren isyanın kaba güçle bastırılması üzerine, Obama politikalarında 180 derecelik değişiklik oldu ve ABD Başkanı, selefi Bush gibi, zapturapt altına alınmak istenen nükleer proje için İran’a sadece “sopa” ve “sertlik politikası” uygulamaya başladı.
Obama yönetimi Tahran’a karşı silbaştan sertleşirken, İran’ın çok başlı “oligarşik liderliği” içinde son yıllarda alttan alta “değişim çizgisine” meyleden ve ABD’ye zeytin dalı uzatmak isteyen, Washington’la açılabilecek olası müzakerelere sıcak yaklaşan kesimler tekrar geri çekildiler. Tahran, “ABD’ye ölüm!”, “İsrail’e ölüm!” çizgisinde kemikleşen ısrarını sürdürürken; Washington’da şahinlerin sesi her zamankinden çok yükselmeye başladı ve İsrail’de savaş tarihleri telaffuz edilir oldu.
İş o hale geldi ki; İran’ın sahiden nükleer bomba üretmek kapasitesine sahip olup olmadığı, bunu hangi takvimde gerçekleştirebileceği, gerçekleştirse dahi İsrail ve bölgeye ne oranda tehdit olabileceği gibi sorular nesnel önemini yitirdi ve taraflar karşılıklı salt birbirlerinin “sertliğinden” beslenir oldular…
2005’ten bu yana afaki biçimde ileri geri tartışılan “İran’a müdahale” söylemlerinin, bugün ciddiyet kazanmasının başlıca nedeni bu.
Bir yandan Obama’yı şahin baskılarla sıkıştıran 6 Kasım’daki başkanlık seçimlerinin takvimi, bir yandan Arap Baharı dinamiğiyle sıkışan İsrail’in sağcı, dengesiz Netanyahu hükümeti ve beri yandan İran devriminin uğradığı tüm yenilgilerin telafisi hesabına “nükleer kozuna” tutunan Tahran.. şimdiye değin hiç olmadığı ölçüde patlayıcı bir kokteyl ortaya çıkardı.
Yarın buradan devam ederiz.
05.02.2012
“Dokunulmazlık alanı…”
Yıl başından beri yeni bir ivme kazanan ve her geçen gün tırmanan “İran’a yapılacak olası saldırı” iddialarında kullanılan anahtar kavram bu: “Dokunulmazlık alanı”
Gerek “Washington Post”- ta iki gün önce çıkan ve ABD Savunma Bakanı Panetta’ya atfen İsrail’in baharda İran’a saldıracağını iddia eden David Ignatius yazısı; gerek geçen hafta sonu “New York Times”ta (NYT) yayımlandığından beri referans alınan Ronen Bergman’ın “saldırı tarihi 2012’dir” değerlendirmesi hep aynı “dokunulmazlık alanı” kavramına dayanıyor.
İsrail Savunma Bakanı Barak tarafından üretildiği söylenen kavram; “İran’ın nükleer alandaki teknik bilgi, donanım ve hammadde kaynaklarının; dışardan yapılacak herhangi bir saldırıya karşı, Tahran’a zırh/muafiyet sağlayacağı nokta” anlamına geliyor.
Artık geri dönüşü olmayan bu noktayı NYT 9 ay sonrasına koyuyor.
“Nükleer donanımda” İran’ın 9 ay sonra “dokunulmazlık alanına” girmesi; o tarihten sonra yapılacak müdahalelerin beyhude/sonuçsuz kalmasını ifade ediyor.
“İran nükleer kapasitesinde bir kez bu ‘dokunulmazlık alanının’ içine girdi mi” diyor kısaca İsrail otoriteleri; “bu ülke artık bir daha hiçbir biçimde durdurulamaz. İsrail’in varlığını tehdit edecek olan nükleer silah donanımlı İran’a bu kapıyı iyisi mi biz yol yakınken kapatmalı ve Tahran’a karşı ‘dokunulmazlık alanı içine’ girmeden evvel bir ‘önleyici saldırı’ gerçekleştirmeliyiz!”
Yaklaşık on yıl önce Irak’ı hedef alan “önleyici savaş” gibi tıpkı bu defa da gene “önleyici” bir saldırıdan söz ediliyor.
Irak’a karşı yapılan “önleyici savaş”; (sonradan palavra olduğu anlaşılan) Bağdat’ın “kitlesel imha silahları” argümanına dayandırılmıştı.
İran için önerilen “önleyici saldırı” da bu kez İsrail’in ortaya attığı “dokunulmazlık alanı tehdidine” dayandırılıyor.
Propaganda çarkı başlatıldı
Bu kapsamda belli başlı üç senaryo gündeme geliyor: 1) İsrail’in, İran’ı tek başına vurması. 2) ABD’nin İsrail saldırısına arkadan destek vermesi; İsrail’e cevap veren İran’a karşı, ABD’ nin de bilahare saldırıya katılması. 3) Hürmüz Boğazı ya da herhangi bir sıcak noktada çıkabilecek herhangi bir yerel olayın ABD’yi içeren çatışmaya dönüşmesi.
Saldırı senaryolarının hepsi dönüyor dolaşıyor; sonunda İsrail kaynaklarından menkul bir “dokunulmazlık alanı tehdidiyle” bağlantılandırılıyor.
İran’ın nükleer kapasitesi gerçekte hangi takvimle bu geri dönüşü olmayan “tehdit alanına” girer/girmez bunu biz aslında bilmiyoruz. Nihayet bu tehdit de Saddam’ın “kitlesel imha silahları tehdidi” misali hayal mahsulü olabilir.
Ancak bildiğimiz; sözü edilen tehdidin giderek “tartışılmaz veri” haline getirilmesi ve uluslararası kamuoyuna da kuşkuya yer vermeyen söylemlerle pompalanması.
‘Deja vu’ duygusu
2003-2008 yıllarında Tahran’da İtalya büyükelçisi olarak görev yapan, daha sonra bir dönem ABD düşünce kuruluşu “Woodrow Wilson Center”da çalışan İran uzmanı Roberto Toscano; bu girdiğimiz yeni propaganda aşamasını Irak savaşı öncesiyle karşılaştırırken çarpıcı bir anekdot aktarıyor:
“Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanlarından Hans Blix” diyerek başlıyor Toscano; “Saddam Hüseyin’in olası kitlesel imha silahlarının gündeme geldiği dönemde, ABD’nin kuşkuları birer ‘katiyet’ haline getirdiğini ve tüm soru işaretlerinin ‘ünleme’ dönüştürdüğünü söylemişti. Bugün de korkarım benzer bir süreçten geçiyoruz. İran’ın nükleer silah kapasitesine ilişkin soru işaretleri, (kuşku kaldırmayan) ünlemlere dönüştürülüyor. İnsanda bu kaygı veren bir ‘deja vu’ (daha önce bunu görmüştük) duygusu yaratıyor.”
‘İran’da muhatap kim’ sorusu…
Roma’da görüştüğüm Büyükelçi Toscana’ya; “müzakere, diyalog” kapısının bundan böyle hepten kapalı olup olmadığını soruyorum.
Toscano; Amerikalıların öteden beri “tüm seçeneklerin masada olduğunu” söyleyegeldiklerini belirtiyor.
Ancak bu meyanda bir süre önce “New Yorker”da yer alan bir karikatüre değinmeden geçemiyor. Karikatür aralarında “tüm seçenekler masada” diye konuşan askerler ve siviller arasında yapılan bir toplantıda, masanın üzerindeki bir bombaya dikkat çekiyor!
İran rejiminde “muhatap” bulmanın zorluğu; görüşme/diyalog yolunun önündeki diğer büyük engel.
İran rejiminin geleneksel çokbaşlılığına dikkat çeken büyükelçi; “Tahran’da muhatap kim olacak ki?” diyor: “(Birbirleriyle sürekli sürtüşme içinde olan) Ahmedinejad mı? Hamaney mi?”
“Yaptırımlarla sonuç almak mümkün müdür?” sorusu da salıya…
(Cumhuriyet)