TÜRKİYE SURİYE'DE NE ARIYOR?

~ 23.11.2011, Ali ER ~
 “Suriye bizim iç işimizdir”, “Orası Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesidir” diyen Sayın Başbakan’a bakarsanız Suriye, Türkiye’nin mandasındadır adeta. Türkiye kendisini Suriye’nin içişleri ile öylesine bağlamıştır ki; geri adım atma şansını da kaybetmiştir. O halde Suriye’de Türkiye’nin üstlendiği rol nedir?
 
Suriye’de binlerce masum sivilin öldürülmesine Türkiye’nin göz yuması mümkün müdür? Özellikle Türkiye için bu gelişmeleri sadece Suriye’nin iç işi saymak mümkün değildir. Çünkü daha önce Irak sınırında olduğu gibi, en azından binlerce yerinden edilmiş Suriye’ linin sınırlarımızda yığılma riski vardır.
 
Gerçekten de Suriye’de yaşanan olaylar uluslararası toplumun ortaklaşa çare aramasını gerektirecek boyuta ulaşmıştır. Ama bu konuda ne BM’den ne de NATO’dan bir tek ses çıkmamaktadır. AB ve ABD başta olmak üzere uluslararası tepki cılız kalmıştır. Bir taraftan da askeri müdahale için Türkiye’nin sırtı sıvazlanmaktadır. Türkiye bu dolduruşa gelmemelidir. Sonuçları itibarı ile başkaları parsayı toplarken, Türkiye’ye, ithal ettiği sorunlarla uğraşmak kalacaktır.
 
Suriye için nasıl bir son çizilmiştir?  Suriye’deki olaylarda öne çıkan Hama ve Humus geçmişte olduğu gibi bugün de kilit taşı durumundadır. Kilit taşı olmasının nedeni sadece dini ve mezhepsel ya da ideolojik hassasiyetler değildir. Humus’tan Diyrezur’a bir hat çizdiğiniz takdirde Suriye’yi iki farklı bölgeye ayırabilirsiniz. Kuzey’de kalan bölge Lâskîye’den denizlere açılabilir. Ama güneyde Şam’ı da içine alan üçgen ise dışa çıkışı olmayan, bir taraftan İsrail ve Lübnan bir taraftan da Ürdün ve Irak ile kuşatılmış her açıdan dışa bağımlılığa mahkûm edilir.
 
Humus-Diyrezur hattını Kerkük ile birleştirdiğinizde; bu hat daha da özel bir stratejik anlam kazanır. Lâskîye, Irak Kuzeyindeki petrol ve doğal gaz alanlarının Doğu Akdeniz’den Dünya pazarlarına açılması ve Avrupa’ya ulaştırılması için en kısa ve en emniyetli ihraç limanı olarak öne çıkar. Gerçekten de 1nci Körfez Savaşından beri bu emniyetli petrol boru hattı güzergâhı adım adım hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Anlaşılan şimdi koşullar oluşmuştur.
 
Çünkü Kerkük-Lâskîye güzergâhında nüfusunun tamamına yakını Türkmenlerden oluşan Telafer şehri Irak Kuzeyinden Akdeniz’e emniyetli petrol boru hattı güzergâhı için çıbanbaşı olarak görülmüştür. Bu nedenle Amerikan askerlerinin Irak’ta 2003 yılından bu yana en yoğun operasyon yaptıkları ve baskı uyguladıkları şehir, bu Türkmen şehridir.
 
Unutmadan söyleyelim Telafer’deki Türkmenlerin %75’i Sünni %25 Şii’dir. Ama Telafer’deki Amerikan katliamına AKP’nin hiç de sesi çıkmamıştır. O halde şimdi bu hiddet nedir?
 
Kuveyt'te yayınlanan “El Rai” gazetesi ilk emareleri sızdırdı. Türkiye ve bazı Arap devletleri, Arap Birliği'nin çağrısıyla Suriye üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturacakmış. İyi güzel de Türkiye’nin Sünni Arap Dünyasının Arap olmayan ağabeyliğine soyunmak nereden aklına düştü? Ya da kim aklına soktu? Tabii bu arada Türkiye’nin Müslüman Kardeşleri “Ehlileştirme” çabalarını da göz ardı etmemek gerekir.
 
Acaba sadece sınırlarındaki göç riski için bu kadar karmaşık ve çok taraflı sorunlar sarmalına bulaşmaya ve güç ayırmaya değer mi? Değer mi değmez mi bilemeyiz ama Türkiye, Suriye’de Kuzey üçgenin emniyete alınması görevine soyunmuş görünmektedir.
Buna olsa olsa kendi kalesine gol atmak denir. Çünkü sonunda Bakü Tiflis Ceyhan projesine rakip olacak ve Irak’taki petrol kuyusundan Akdeniz’deki limana kadar homojen bir yönetim altında yeni bir enerji hattı doğabilecektir. Bu adeta Türkiye’nin yıllardır küresel enerji piyasasında yaptığı yatırımları kendi eliyle çöpe atmasıdır.
 
İyimser bir gözle bakıldığında, ne güzel Türkiye kendisine yeni bir ekonomik etki alanı yaratıyor denebilir. Ancak Irak Kuzeyinde petrol yataklarına milyarlarca dolarlık yatırım yapmış olan petrol şirketleri, herhalde Türkiye’nin bu bölgede ekonomik ve siyasi etki alanını genişletmesini arzu etmeyeceklerdir.
 
Hele hele yanı başında ki Kıbrıs adasının güneyinde ortaya çıkan doğal gaz ve petrol yataklarının potansiyel zenginliği, küresel güçlerin iştahlarını kabartırken, Türkiye gerçekten çok zor bir oyunda rol kapmaya çalışmaktadır.
 
Fazla hayale kapılmaya hiç gerek yok. Çünkü Türkiye’nin sırtının sıvazlanmasının, Arap Birliği ve Türkiye'nin öncülüğünde Suriye'ye baskı sürecinin yürütülmesi için destek verilmesinin nedeni; Suriye’nin İran’a destek vermesinin önüne geçmek ve İsrail’e karşı tehdit olmasını engellemektir. ABD ve İsrail açısından ise kendi güçlerini İran için en etkin şekilde kullanmak için hem askeri hem de siyasi bakımdan kuvvet tasarrufu sağlar.
 
Irak Kuzeyinde Kürtleri Saddam’dan korumak için icra edilen “Huzur Harekâtı”[1]na Türkiye’nin katkılarını şimdi hatırlayan var mı acaba? İran işi bitince de belki kuru bir teşekkür gelebilir Türkiye’ye. Çünkü “Özgür İran” sonrasında bölgede yeşerecek yeni yönetimlerin Türkiye’nin ağabeyliğine bırakılması eşyanın tabiatına aykırıdır.
 
Bir taraftan Irak Kuzeyindeki Kürtler, Suriye’deki kardeşlerine kavuşurken, bir taraftan da Batıya açılan enerji yolları üzerinde refah toplumu kurulurken Türkiye, hangi yumuşak gücü ile cazibe merkezi olabilecektir? Suriye’den Kuzey Afrika’ya kadar Halklar için “Model Türkiye” ne kadar politik referans olarak kalacaktır. Özellikle “Müslüman Kardeşler” iktidarda güçlenirken…
 
Diğer taraftan ABD’nin son günlerde Irak Kuzeyinde yuvalanan PKK’ya karşı Türkiye’ye gözle görülür desteği yadsınamaz. ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesi ile eş zamanlı ortaya çıkan bu açık destek, İran işi sonlanıncaya kadar Türkiye’yi yanında tutma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır.
 
Ancak Irak Kuzeyi ile Suriye Kuzeyinde oluşacak ekonomik ve sosyal cazibe merkezi herhalde Türkiye’de Kürtleri de cezbedecek ve heveslendirecektir. Bu durumda Türkiye’de “Kürt Baharı” başlarsa acaba Türkiye’nin oyun planı hangi stratejiye dayanmaktadır. Üstüne üstlük Türkiye, doğrudan Suriye’nin içişlerinde kendisini taraf ilan ederek Dünya kamuoyuna da açık çek vermiş durumdadır. Olası “Kürt Baharında” olaylar nedeniyle Türkiye’ye müdahale etmeyi kendilerince hak görenlere ne diyebilecektir.
 
Ayrıca Türkiye’nin enerjisine ve stratejik derinliğine akıl erdirilemiyor. Neden mi? Bir gün İsrail’e tehdit, bir gün Suriye’ye, ya da Kıbrıs’a, bir taraftan da terör tırmandıkça tırmanıyor. Son olarak Sayın Cumhurbaşkanı noktayı koydu; Suriye konusunda  "En kötü senaryoya hazırlıklıyız" . "Bu ne anlama geliyor?" sorusuna "Umarım bu olmaz" yanıtını hangi dilde verirseniz verin anlamı “Savaş”tır.
İyi güzel de harp prensiplerinde sıklet merkezi diye bir prensip vardır. Milli gücü özellikle; askeri gücü, stratejik hedeflerinizin öncelikleri dışında bağlamak ve dağıtmak, işin başından itibaren ileride çıkacak fırsatlar veya tehditler karşısında sizi yaya bırakabilir.
 
İşte bu nedenle TSK’lerini bir taraftan Irak Kuzeyine, bir taraftan da Suriye’ye bağlayanlar, Suriye’deki sivil halkın karşı karşıya bulunduğu tehditten daha tahripkâr İran’ın füze tehdidi karşısında ne yapacaklardır. Füze saldırılarına karşı ülke topraklarını ve halkımızı nasıl savunacaklardır. Ya da gücünüzü böylesine farklı cephelere bağlarken, Doğu Akdeniz’de fırsattan istifade ile Yunanistan ve GKRY’nin oldubittileri karşısında elimizde hangi seçenekler kalabilecektir. Buna bir ilave daha; ABD'nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’un dikkat çektiği gibi İran’dan sonra ve saldırı ile eş zamanlı olarak “Kafkas Baharı” sürpriz olmaz.
 
Bunları üst üste koyduğumuzda, Türkiye’nin Suriye’ye karşı sırtını sıvazlayanların İran’a saldırı sırasında ve sonrasında ortaya çıkacak güvenlik ortamında Türkiye’nin elini kolunu bağlamak için ne denli derinlere dayandığı görülebilir.
 
Sonuç olarak; ABD’nin ve İsrail’in İran’a yönelik harekâtı başlamıştır. Ya da başlamak üzeredir. Türkiye taraftır ve asıl büyük tehdit İran’dır. Ancak Türkiye gücünü kendine yönelik yakın tehditlerden çok tali risklere karşı bağlamaktadır. Bu stratejik hatadan taktik manevralarla dönme şansı gün geçtikçe azalmaktadır. Aman dikkat, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayalım…


[1] Operation Provide Comfort
Hits: 3717