Doksanlara geri dönüş

~ 20.08.2011, Alper BİRDAL ~
Doksanlar kontrgerilla cinayetleriydi, faili meçhullerdi. Doksanlar köy boşaltmalardı; Kürtlerin kitlesel olarak göçertilmesiydi. Doksanlar gazetelerin kapatılması, bombalanmasıydı. Doksanlar Hizbullah’tı, Abdullah Çatlı’ydı, Doğan Güreş’ti, Tansu Çiller’di… Doksanlar Özal’dı, yine Demirel’di.
Şimdilerde büyük basında köşe bulan “itidal” yanlısı kalemler bunları anımsatır oldular.
Evet, doksanlar bütün bunlardı ve bunlardan daha fazlasıydı.
Sovyetler Birliği sonrası dünyada yönsüz kalan, bocalayan ve uluslararası dengelerdeki değişimden ölümüne korkan Türkiye egemen sınıfının oluk oluk kan döktüğü bir dönemdi doksanlar. Sosyalizmin çözülüşü sonrasında hiç vakit kaybetmeksizin Ortadoğu’yu bataklığa çeviren emperyalizmin hayasızlığına yetişmeye çalışıyor, ama aynı bataklığın içinde boğulmaktan da ölümüne korkuyordu Türkiye sermaye sınıfı… Korktukça vuruyor, vurdukça korkuyordu. Korucusuyla, Hizbullah’ıyla, JİTEM’iyle, özel timiyle…
Çünkü devleti ileri karakol hizmetine alışmış, doksanları önceleyen kırk yıl boyunca buna göre dizayn edilmişti. Sermaye sınıfı, Batı’dan “ileri” komutunu almadığı sürece içinde bulunduğu coğrafyaya adım atamayacağını bilen ve “ileri” komutunu almanın kendisine yabancı bu topraklarda boğulup gitmek anlamına geleceğini sezen; tutuk, korkak bir profil çizmekteydi.
Türk sağının, İslamcılarının ve liberallerinin bir bölümü ise, Amerikancılıkla barışık bir yayılma-yayıldıkça gevşeme projesini fikri planda pişirmekle meşguldüler. Yeni Osmanlı’yı, laisizmden kurtulmuş, daha fazla İslamlaşmış bir Türkiye’nin önündeki olanakları tartışıyorlardı. Ve İkinci Cumhuriyeti…
“Doksanlara dönüş olmasın”… Büyük basının köşelerinden yankılanan cılız itidal çağrısı bunu söylüyor. “Azıcık da olsa bir barış umudu kaldıysa” temennileri izliyor bu cılız sesi. Bir kısmı “artık biz görmeyiz de” karamsarlığında…
Doksanlara dönüş olmasın…
Doksanlara dönüş zaten olmayacak.
Bu cılız sesin sahipleri, en azından büyük bir kısmı, bunu pekâlâ biliyor. Biliyorlar ki doksanlarda oluk oluk akıtılan kanla, Türkiye sermaye sınıfının “yönsüzlük” duygusundan kurtulması, emperyalizmin yönelimleriyle yeni bir düzlemde buluşmayı başarması ve de üzerindeki tutukluğu atması arasında tam manasıyla diyalektik bir ilişki var. Yok, onlar diyalektiği bilmezler; olsa olsa bildiklerini iddia ederler. Ama diyalektik bilinmese de oradadır; maddenin doğasında… Onu hissediyorlar.
Doksanlar, mayalandırılan Yeni Osmanlıcılığı kanlı canlı bir heyulaya dönüştüren sürecin önünü açtı. Doksanlar, II. Cumhuriyetçiliği üç-beş liberalin marjinal tezi olmaktan çıkarmaya hizmet etti. Doksanlar, ölümüne korkan Türkiye burjuvazisini vura vura kendisini “yabancı” olarak hissettiği coğrafyanın sahibi olarak görme noktasına getirdi. Doksanlar, AKP iktidarını hazırladı.
Doksanlara dönüş olmayacak. Doksanlardaki kadar kan dökülmesine, kontrgerillanın, gericiliğin icraatlarının misliyle artmasına karşın olmayacak.
Çünkü doksanlarda Kürt coğrafyasında ve metropollerde kan döken, ama Irak’taki işgale ancak bir Çekiç Güç kadar yakınlaşmaya cüret edebilen bir rejim vardı. Doksanlarda komşu ülkeleri “teröre destek vermekle” itham eden, “bir ucundan girip ötekinden çıkmakla” tehdit eden bir Türkiye vardı.
Ya şimdi?
“Suriye bizim iç meselemiz” diyen bir rejim var. “Bir ucundan girer diğerinden çıkarız”la “iç meselemiz” arasındaki mesafe, Türkiye sermaye sınıfı açısından, çok ama çok büyük. Evvela bu nedenle doksanlara dönmek değil, çok daha kötüsü gündemde… Çünkü yirmi yılda Türkiye egemen sınıfı yalnızca Türklerin ve Kürtlerin değil, Arap halklarının da kanını dökecek noktaya geldi.
Şimdi o cılız itidal sesinin, “barış umudu varsa”ların gürültüsü içinde çınlayan “bu işin arkasında Suriye olmasın”ları duyuyoruz. Soros muhibbi Çandar’ın haftalar öncesinden yazdıklarını şimdi bir koro tekrarlıyor. Yirmi sene evvel Türkiye sağının teorik yayınlarında “büyümezsek küçülürüz” diye yazanların fikr-i takibi artık bu koro tarafından yapılıyor.
Barış umudu kaldıysa…
Gericiliği ve gericileşmeyi ülkenin ve de toplumun normalleşmesi olarak alkışlayanların umuttan ya da barıştan söz eden pısırık yakarışlarına hayırhah bakmak şöyle dursun, bu sesin dürüstlükten zerre kadar nasibini almadığını haykırmak gerek. Evet, esas işimiz savaş çığırtkanlarıyla, kan isteyenlerle…
Ama İkinci Cumhuriyet korosunun bası bunlarsa, baritonu da o itidalli cılız sestir. Bunu görmezden gelemeyiz.
Bu gayrimeşru rejimin müzakere masasını kaldırıp atmadığından emin olunmalıdır. Elbette siyasi müzakere olmalı, ama müzakerenin yapıldığı masa son otuz yıldır hiç istisnasız kan gölünün içinde kuruldu. Emperyalizmin gayrimeşru çocuğu İkinci Cumhuriyet, en büyük “açılımı”nı en derin kan gölünün üzerinde kuracak. O zaman koronun bariton sesinin gitgide yükseldiğini işiteceğiz. Boğazına kadar kana, ete, ateşe gömülmüş halklara “barış” türküsünü söyleyecek detone bir biçimde…

(SolHaber 20.08.2011)

Alper BİRDAL | Tüm Yazıları
Hits: 1654