Halkı Çevreleyen Linç Çemberi

~ 23.02.2011, Nihat BEHRAM ~

“Susma, susarsan sıra sana gelecek!” sözünü (daha doğrusu uyarısını) bu toplumda bilmeyen yoktur. Bu uyarının tekrarlanmadığı yürüyüş, gösteri, toplantı da yoktur. Ya peki bu uyarının gereği? Toplumda başat olan tepki mi, suskunluk mu?

Tepki dağlaşmaysa, tepkisizlik ağlaşmadır. Halimiz dağlaşma hali mi, ağlaşma hali mi? Zulmün karşısında susmayış çağlayana, suskunluksa ağlayana benzer. Yükselmek tırmanma çabası gerektirir. Tersi düşüştür. Doruk yükselmeyi simgeler, aşağıda olansa uçurumdur. Toplumun baskılar karşısındaki hali sessizlik halidir, yani uçurum manzarası…

Sistemin temsilcileri, kendileriyle çelişen kişilere, dozunu hergün daha da artırarak, daha da acımaz yöntemlerle saldırıyor. Linç kalkışmasının hedefi olan sanatçı, bilim adamı, siyasetçi, yazar, gazetecilere hergün yenileri ekleniyor. Sinmeyeni yok edene, sineniyse kendilerinin kılana dek amansızca saldırıyorlar. Dün Balbay’dı, bugün B.Coşkun; dün Fazıl’dı bugün M. Gezen, Oda tv diye saymaya başlasak saymakla bitmez. Kim nerede bunlara muhalif tavır almış, sözle, karikatürle, eleştiriyle, şiirle, makaleyle, oyunla, filmle, haberle, espriyle ya da davetlerini reddederek, önemli değil, dört koldan linç kampanyasının hedefi kılınıyor. Bırakın yüzde yüz kararlı muhalifi, yüzde onluk muhalifliğe bile tahammülleri yok. Kitap yazan polis şefinden, stattaki ıslığı öven tv muhabirine; Alevi memurdan, Darwin’den söz eden öğretmene kadar toplumun her kesiminden insanlar baskı ve gözdağının hedefi oldular.

Sistemin temsilcileri, kendileriyle çelişen kurumlara, dozunu artırarak, daha da acımasız yöntemlerle saldırıyor. Ta ki kendinin kılana dek. Baş vurmadıkları entrika, yalan, iftira, düzmece belge, tuzak yok. Bırakın devrimci örgütleri, işçi kuruluşlarını, demokratik kitle derneklerini, kendileriyle kan bağı olan sistem kuruluşlarının göstermelik ‘şerh’ lerine bile posta koydular. İşveren kuruluşları bile nasibini aldı!

Çevrecilerden, bilimsel çabalara kadar, kendilerine karşı olduğunu düşündükleri kim ve ne varsa linç çemberine aldılar. Kendilerine yanaşanı ise cemaate kapıkulu kılıp beslediler.

Statüko ve derin devletin ‘el değiştirmesi’ operasyonuna ‘statükoyu yıkma, derin devleti çözme’ adını koydular. Demokrasi düşmanlığını ‘ileri demokrasi’ ambalajıyla paketlediler. Şaire şiirle pusu kurdular, heykelciye tarihi mirası koruma bahanesiyle, bilime ulema bakışıyla, karikatüre küfürle, klasik müziğe, operaya, tiyatroya elitlik yaftasıyla,,,

Karanlık hesaplarını maskelemek için akıllarına gelen her şeyi malzeme olarak kullandılar. Kullanılmadık, ne devrimci değerlerimiz kaldı, ne Nâzım’dan Y. Güney’e, Deniz’den Erdal’a kadar devrimci kişilik….Kürt sorununda uyguladıkları manipülasyon zaten ortada…

Bütün bunlar, azıcık da olsa bakmayı, görmeyi, düşünmeyi bilen herkesin gördüğü, bildiği şeyler. Tıpkı, “Susma, susarsan sıra sana gelecek!” sözünü herkesin bildiği gibi. Ama, ‘bilmek’le, ‘doğru algılayıp gereğini yapmak’ iki ayrı şey!

Acaba, “Susma susarsan sıra sana gelecek!” uyarısını da toplum ‘Sabırsızlanma, sıranı bekle!’ diye mi algılıyor. Manzaranın enkaz manzarası olması başka nasıl açıklanır?

Peki, bireysel bağırmanın, yani sırası geldiğinde (açık değimiyle kuyruğuna basıldığında) bağırmanın bir yararı var mı? Derinliğiyle bakan için, “Susma, susarsan sıra sana gelecek!” sözününde bunun açıklaması da gizli: sıran geldiğinde bağırıp çağırmanın hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacak! ‘Geçmiş ola!’

Bağırıp çağıran yok mu. Bence gereğinden fazla var. Günlük gazeteler bile, sırası gelenin cayırtısıyla dolu! Manzaraya ‘enkaz manzarası’ demem bundan. Haliyle duyulan ses de, diklenme (yani dağlaşma) sesi değil, içlenme (yani ağlaşma) sesidir.

Birimize tapılanı hepimize yapılmış saymalıyız; ‘Hepimiz’ sözü halkı tanımlar demiştim. Ancak bu boyuta ulaştığındadır ki, zulme hedef olanın sesi bireysel cayırtının ötesinde bir anlam ve direniş gücü taşır: halksal bir anlam, halkın gücü. Yenilmez olan odur.

“Susma, susarsan sıra sana gelecek!” çağrısını böyle bir temele oturtamadığımız sürece, bu söz, bütün kutsallığıyla ama havada uçan bir söz olarak kalacaktır. Bizler de enkazda birbirini yardıma çağıran, birbirinin yardımına koşan ‘dostlar’ olarak kalacağız.

Eğer yapmak istediğiniz şeyin kültürü oluşmamışsa o işi yapamazsınız. Bu ziraatta da böyledir, zanaatta da, inşaatta da, sanatta da, siyesette de. Çephe işi de bir kültür meselesidir.

Yarım asıra yakın içinde dolandığım şu sol dünyada, şahsen benim en çok duyduğum sözlerden biri ‘faşizme karşı cephe’ çağrısıdır. En çok istediğim de bu olduğundan, duyması beni haylisiyle mutlu ediyor, ama, korkarım ki gözlerim açık gidecek! Cephe kültürü konusunda en kültürsüz kesim mi: bana göre kültür alanıdır: Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları. Belki de, kendilerini gereğinden fazla ciddiye aldıkları için, hayatın çok önemli bir gerçekliğine verecek ciddiyet enerjileri kalmıyor! Toplumsal konumlanışta da tıpkı sanat üretimindeki gibi ‘ben merkezci’ hareket ediyorlar. “Susma susarsan sıra sana gelecek!” uyarısını algılayamıyorlar. Birlik, örgütlenme ve cepheleşme konusunda en geri kesim onlar değil mi? Baskıya karşı tek vücut olma kültürsüzlüğünün ilk sırasında kültür adamları var. İşin tuhafı, sırası gelenin çıkardığı cayırtıda da onlar birinci. Ciddi tepkisi olan bir örgütlenmeye sahip olamadılar. Tarih boyu onca linç saldırısına hedef oldular; taşla ezilenleri, cezaevlerinde tırnakları sökülenleri, faili mechullerde katledilenleri, lânetlenenleri, açlığa, sefelalete mahkûm edilenleri, eserleri yasaklananları, her türden saldırıya hedef olanları saymakla bitmez. Onurlu, haysiyetli olup da, halkının acısını duyup da, yurdunu, doğayı, insanı sevip de, bilimi, özgürlüğü, eşitliği savunup da faşizme hedef olmamış kültür adamı var mı? Nasıl oluyor da tam da bu kesim, “Susma, susarsan sıra sana gelecek!” uyarısının derinliğindeki ‘Birinize yapılanı hepinize yapılmış say, cepheleş, halklaş, örgütlen!’ çağrısını algılayamıyor? Kültür adamı ama bu konuda kültürsüz!

Kültür alanının, bu sorunu kendi başına ve kendi içinde çözmesi de mümkün görünmüyor. Zaten kastettiğim de ‘Gazeteciler Cemiyeti’ falan gibi meslek örgütleri değil. Kastım siyasi tepkisi olan, faşizme karşı tek vücut duran cepheleşme. Gerektirdiği önem ve hassasiyetle bu sorunun üstüne gidebilecek (ve acilen gitmesi gereken) kesim ise, yine devrimci örgütlerdir. Kişiler ve meslek kuruluşlarının kotarabileceği bir iş değildir. Devrimci örgütlerin hiç olmazsa bu alandaki cepheleşme konusunda en geniş hoşgörüyle hemfikir olmaları gerekir. En geniş hoşgörü diyorum çünkü bu alan kültür, sanat, bilim dünyası olarak en geniş çevreyi kapsamalıdır. ‘Birimize yapılanı hepimize yapılmış sayacağız!’ duygusuyla ortak tepki tavrını onaylayan çok hem de pek çok kültür, sanat, bilim adamıyla cepheleşmenin adımı atılmalıdır. Cılkı çıkmış ve artık ciddiyeti olmayan ‘imza kampanyaları’ ve ‘ortak basın açıklamaları’nın ilerisine geçilmelidir.

Yazarın kitabı yasaklandığında, bunu kendine yapılmış saymayıp susan ressam bilmeli ki sıra ona da gelecek. Sanatçının oyunu engellendiği, konserine izin verilmediği, işinden atıldığı zaman bunu kendine yapılmış saymayıp susan tarihçi, felsefeci bilmeli ki, sıra ona gelecek. Faşizmin linç kalkışması ve zorbalığının önündeki en güçlü barikat anti-faşist cepheleşmedir. “AKP karşıtlığını sınıf eksenine yerleştiren ya da yerleştirme iddiasında olan sosyalist solun bileşenleri”nin seçimler, sınıfın örgütlenmesi, devrim gibi konularda “iddiaları ve ideolojik referansları çok farklı” da olsa, yeter artık, hiç olmazsa bu konuda, “ilişkilerini dayanışmanın ötesine taşıyabilecek ortak zemin” de buluşmaları, tutuşmaları gerekir. ‘Bize yazık’ olmuş, önemli değil, olsun, ama bu halka yazık!

(SolHaber 23.02.2011)

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 2043