Demir Şal ve Hukuk Devrimi

~ 02.05.2020, İlhan CİHANER ~

Cumhuriyet ve demokrasi, en ağır yaralarından ikisini geçtiğimiz günlerde aldı.

 

İlki; Iletişim Başkanının bir vakıf arazisine önce fiili olarak el atıp, sonra tartışmalı bir ihale ile kiralaması. Demokrasisinin iyi kötü işlediği bir ülkede nasıl işlerdi bu süreç? Yapıldığı iddia edilen yol, şömine, çardak, duvar, jiletli tel belediye tarafından yıkıldıktan sonra, Iletişim Başkanı yargıya başvururdu ve sonucu beklerdi. Olayın özellikle de ihalenin sonradan yapıldığının “gerçekliğine” göre de, ya istifa eder ya da görevden alınırdı. Ancak bunun her aşamasının basın tarafından haber yapılması doğal, hatta mecburidir. Isterseniz “kavramsal” bir referans vereyim:

 

“…Eleştiri hakkının toplum tarafından kullanılabilmesinde basın, merkezi bir önem taşır. Yazarların topluma karşı en öncelikli sorumluluklarından biri olan eleştiri, özellikle basın söz konusu olduğunda devlet yönetimini, toplumsal olayları, hükümetlerin genel ve ekonomik siyasetini ya da kamu gücünü kullananların davranışlarını konu almaktadır…Bu nedenle yazarların eleştirilerinde, olayları ve konuşmaları yorumlamalarında güvence altında bulunması gerekmektedir. Tam bir eleştiri ve yorum özgürlüğünün sağlanması demokratik topluma geçişte en önemli basamaklardan biridir.”

 

Yüzlerce yorum, uluslararası sözleşme, yasa ve karar içerisinden yukarıdaki metni, yazarları arasında Iletişim Başkanının da olduğu bir kitapta olduğu için aldım. (Türkiye’de Basın Özgürlüğü Mitler ve Gerçekler; Fahrettin Altun, Ismail Çağlar, Turgay Yerlikaya, SETA yayınları, Mayıs 2016)

 

 

 

Amacım iktidar mensuplarının sonsuz tutarsızlıkları ya da geçmişleriyle çelişkili milyonuncu tutumlarına dikkat çekmek değil. Yargıya bağlayacağım.

 

İkinci olay ise; Diyanet Işleri Başkanlığının LGBTI+ bireyleri aşağılayan hutbesi üzerine, Ankara Barosunun yaptığı açıklama sonrası yaşananlar. Burada da DIB ya da Ankara Barosunun açıklamaları değil sonrasında yaşananları değerlendirmek istiyorum.

 

İlkinde; bizzat olayın “kahramanı” tarafından referans verilen basın özgürlüğü ve eleştiri hakkı yerle bir edilerek önce, siyasilerin ve iktidardan beslenenlerin organize bir saldırı sonrası haberlere erişim yasağı getirildi. Hem de haberin “koronavirüsle mücadele döneminde Avrupa ülkeleri başarısız olurken Türkiye’nin başarısını sekteye uğratmak ya da gizlemek” amacıyla yapıldığı gerekçesi ile! Yetmedi terör soruşturması açıldı ve gazeteciler ifadeye çağrıldı. Ilgilenen muhalif siyasiler hakkında soruşturma açıldı. Hukuki cinnet!

 

İkincisinde ise; Cumhurbaşkanı, Diyanet Işleri Başkanını Islam ve devletle eşitleyen bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü de el arttırarak “Erbaş’ın sözleri ilahi hükümdür, Allah’ın hükmüne dil uzatanlar bu dünyada da ahirette de hüsrandadır” dedi. Dikkatinizi çekerim “Ilahi hükmü aktarmıştır” bile değil, “Ilahi hükümdür” diyor. Burada da yargı devreye girerek “resen” soruşturma başlattı. Devletin laik niteliğine dair açık bir saldırı yargı tarafından koruma altına alınmış oldu ve yargının Islamileşmesi bakımından bir eşik daha aşıldı.

 

Açılan soruşturmalar bir yorum hatası ya da “siyasileşen yargı” olarak geçiştirilemez. Çünkü bizim AYM kararları bile burada ihlal olarak görecektir. O zaman MIT yasası bahanesiyle tutuklanan gazetecileri ve akla ziyan erişim yasaklarını da göz önünde tutarak tekrar soralım: her birisi hukuk eğitimi almış yargı mensupları nasıl olurda basın özgürlüğünün üzerine git gide kalınlaşan bir demir örtüyü örtebilirler?

 

Ben iki dinamiğin tartışılması gerektiğini düşünüyorum: Yargı mensuplarının kadrolaştırılması ve korku.

 

Kadrolaştırmadan kastım basitçe eski ilçe başkanları ve yöneticiler değil. Kendilerini doğrudan iktidarın -hem de sadece bu iktidarın- uzantısı ve aparatı olarak gören bir pratiğin git gide içselleştirilmesi. Eskinin kendisini “devletin memuru” olarak gören yargı mensuplarından daha başka bir durum bu. Yoksa asgari hukuk bilgisi ile bu kararların verilmesi mümkün değildir.

 

Korku ise; terfi/sürgün/disiplin cezası/ ihraç şeklindeki geleneksel mekanizmalarla oluşturulan baskıyı aşmış durumda. Özellikle Fetullahçı kadroların yeterince özenli ayıklanmamasının verdiği kolaylığın kullanılmasıyla da, iktidarın hoşuna gitmeyen kararları veren hâkimlerin maruz kaldıklarının yarattığı terör iklimi. Sadece bu iki dinamikle yargıdaki sorunlar açıklanamaz kuşkusuz. Ancak en basit ve görünür yansımalar bunlar.

 

Basının üzerine yargı eliyle örtülen demir şal ancak bir hukuk devrimi ile parçalanabilir. Muhalifetin, yargı pratiğini bir çeşit “hukuki malpraktis” gibi gören, raporlama, uyarma, polemik açma gibi performansları bir tarafa bırakıp bir hukuk devrimini tartışması ve daha da önemlisi müdahale edici ve sonuç alıcı hamleler yapması gerekmektedir.

 

İlhan CİHANER | Tüm Yazıları
Hits: 1654