21. Yüzyılda Marksizm: Zizek, Malaparte, Cohen, Troçki ve diğerleri İkinci Bölüm

~ 03.04.2020, Orhan Volkan Taner ~

 

            Bir önceki bölümde, Marksizm’in kökenlerini ve geleneğini günümüz dünyasıyla barışık hale getirmesini, dünya politik arenasında söylemden başka bir boyuta evrilebilmesi için bir gereklilik olarak irdelemiştik.

Ulus devlet modelinin ötesinde bir bakış, popülizm tuzağına düşmemek, kimlik politikalarının doğru analizi, Marksizm’in demode olmuş bazı yaklaşımlarının yeni gerçekliğe adaptasyonuna imkan verecekti. Enternasyonalliğini diriltecek olan sol böylece daha sistematik sorularla kendini meşgul edecek ve bireyselci, sömürücü kapitalizmin karşısında daha sağlam durabilecekti. Bu bölümde kimlik politikalarını psikanalitik bir bakış açısıyla biraz açacak, bu yaklaşımın otoriteye bakışını incelerken neden yeniden gündeme gelmesi gerektiğini vurgulayacağız. Bununla beraber, Marksist ideolojinin benimsemesi gereken hareket modelleri üzerine geçmişe bakarak kafa yoracak ve 21.yy’nin en önemli sorunlarından olan ekolojiye değineceğiz.

?i?ek bir konuşmasında LGBT + kavramıyla bir problemi olduğunu dile getirir. Terimin sonundaki “artı’’ kavramının deneysel bir algı yarattığını, artının bir devam hissiyatı sağladığını ve bu devamın yeni seksüel kimliklere alan yarattığını ileri sürer. Süregiden bu deneyselci kimlik yaratımı histerik bir sorgulama için bireye vakit tanımazken (çünkü sürekli yeni kimlikler icat ediliyor) bireyin içinde bulunduğu ideolojik sistemi sorgulamasına imkan tanımamış olur. Freud’a ihanet edildiğini savunan ünlü Fransız psikanalist Jacques Lacan’a göre histerik sorgulama hali, ideolojiyi sorgulamanın en basit şeklidir. ?i?ek de Lacan’ın teorisini takip ederek sadece histerik bir sorgulama biçiminin gücü zayıflatabileceğine, baltalayabileceğine inanır. Histerik sorgulama, içinde öznel bir şüphe barındırır. Şüphe de öznelliğin bileşenidir. Sapıklığın herhangi bir güç yapısının görünen yüzü olduğunu ve sapıkların sürekli gücün tarafında yer aldığını ileri süren Lacan’dan yola çıkan ?i?ek günümüzün alternatif sağını (aşırı sağ) yanlış sapık olarak nitelemiştir.

Lacancı psikoterapinin Marksizm ile harmanlandığı bir paragraf sonrası politik söylevin nasıl solun aleyhine döndüğünden bahsedelim biraz. Bir önceki yüzyılın solcularının benimsediği tavrı (sert şakalar, ironik konuşmalar, tolerans gütmeyen bir anlayış) şu an yükselişte olan aşırı sağ benimsemiş durumda. Otoritenin ağırbaşlılığını baltalayan bu anlayışın günümüz solu içerisinde de yaygınlaşması somut bir sonuç almak, dik bir duruş sahibi olmak için elzem. École Normale Supérieure’un eski felsefe bölüm başkanı Alain Badiou ideolojinin fonskiyonunun muhalefeti yok etmek değil umudu öldürmek olduğunu söyler bizlere. Umudun ölmemesi için bir önceki paragrafta bahsettiğimiz histerik sorgulamanın radikal aksiyonlarla buluşması gereklidir. Çünkü günümüzde ideolojinin çalışış şeklinin belki de bireyin onayına, rızasına ihtiyacı yoktur. Niels Bohr’un nal ile olan hikayesi bu duruma güzel bir örnektir. Avrupa’da nalların kötü ruhları uzak tuttuğuna inanılırmış. Bohr nalla alakalı bu batıl inanca prim vermemekte fakat yanında her zaman bir tane nal taşımaktadır. Bu durum arkadaşlarının ilgisini çeker ve inanmadığı halde neden nal taşıdığını sorarlar Bohr’a. Cevap basittir. Bohr kendi inancı olmadan da nesnenin çalışabileceğini söyler (günümüzde ideoloji).  Marx bize işte tam bu noktada yardım edebilir. Meta fetişizminin bir illüzyon olduğunu ve siz inanıyormuşçasına hareket ettiğini okurlarımıza hatırlatalım. Dolayısıyla, konu yeniden histerik sorgulama ile otoritenin ağırbaşlılığının radikalce kırılmasının kombinasyonuna geliyor.

İçine girilmesi gereken bir başka konu da ekoloji. 70’lerin Alman Ticaret Odaları doğanın sömürülmesinin durdurulmasına sosyal işleyişin duracağı endişesiyle karşı çıkarlardı. Bugün farklı bir noktadayız hiç şüphesiz. Fakat yine de dünya sert ve global bir tepki göstermekten aciz. Herhangi bir kriz durumunda ulus devletlerin kendilerini izole etmeleri yerine daha sert, daha radikal önlemler aranmalı, tepkiler verilmeli. Tabii ki bu önlemleri ve tepkileri konuşurken birey dikkatli olmalıdır çünkü ‘’sert’’ ve ‘’radikal’’ kavramları, sağ, özellikle de aşırı sağ tandanslıların kullandığı, sevdiği cinstendir. Sertlik ve radikallik bir eylemin içerisinde vuku bulurlarsa, geleneksel olarak solun (en azından teoride) en mesafeli olduğu nosyon kendini gösterebilir. Bahsettiğim kavram modernizmin sakat kolu otoriteryen güçtür. Buna sömürücü kapitalizmi de eklersek sol görüşün uzak durduğu modernitenin iki yaratımını belirtmiş oluruz. Otoriteryen kapitalist formlara doğru kayan günümüz dünyasında (özellikle de Çin örneği sonrası. İroniktir ki solun uzak durduğu, nefretle baktığı iki kavram; Otoriteryen güç ve sömürücü kapitalizm, sosyalizmin en iyi çalışan örneğinin yapı taşlarıdır. Bu başarılı model sayesinde LeSorto’ya göre belki de ilk defa sosyalist kampın kazanma şansı vardır), mütevazi bir sosyal demokrasi acaba gerçekten çalışabilir mi (Bolivya ve Brezilya örnekleri)? Bu soruyla beraber acaba ekolojik sorun böylesi bir ‘’mütevazi sosyal demokrasiyle’’ ve ulus devlet modeliyle çözülebilir mi? Bu soruların cevabı sistematik sorgulamaların yanında biraz da şimdinin ekolojik düşüncesinin bileşenlerinde saklı.

Günümüzde daha da popülerleşen ekolojik düşünce yani insanın doğa ile belirli bir saygı çerçevesinde yaşamasını öğütleyen öğreti, baskın kapitalist ideoloji tarafından sömürülüyor ve amacından saptırılıyor. ?i?ek’e göre insanlar sistematik sorular sormak yerine kendilerinin tek sorumlu olduğunu düşünüyorlar (malzemelerin ayrıştırılması, plastik torba kullanmamak vs.). Günümüz ideolojisi bireyi bu konuda kusursuz bir şekilde sorumlu hale getirirken aynı zamanda ona kolay bir çıkış yolu sağlıyor. Ünlü kültür eleştirmeninin Starbucks hakkında harika bir yorumu var. Kendisi Starbucks’a ana ideolojik vasıta diyor.  Kahvenize aldığınızda şirket size ödediğiniz ücretin küçük bir kısmının (%2, %3), üçüncü dünya ülkelerindeki çocukların yaşam standartlarının iyileştirilmesine ve onların yaşadığı çevrenin korunmasına yardımcı olacağını söylüyor. Böylece siz de ekolojik endişenizi gidermiş oluyorsunuz fakat birey önemli kısmı fark etmiyor. Kapitalist sistem çevresel sorunlar için endişelenen birinin ekolojik endişesini kontrol altına tutuyor. Sistem size ekolojik sömürü ile savaşmanın yolunun yaşam biçiminizi değiştirmekten ziyade daha fazla tüketmek olduğunu (Starbucks’tan daha fazla kahve almak demek ekolojik görevi daha etkili bir şekilde yerine getirmek demek) söylüyor. Dolayısıyla bireyin ekolojik endişesi metalaştırılıyor üstelik fiyata da dahil. Sonuç olarak kapitalist sistem tarafından pompalanan ‘’bireysel sorumluluk’’ mentalitesi yerine daha sistematik sorulara ve onlardan doğacak cevaplara ihtiyacımız var. Ulus devlet modeline sıkışıp kalmış, ılımlılaşmış, liberal söylevin altında ezilmiş bir sol bunu başarabilir mi? İnanın bana bilmiyorum.

Bütün bu konulara değinirken aklıma İtalyan yazar Curzio Malaparte’nin 1931 yılında yazdığı Darbe: Devrimin Tekniği (Coup D’état: The Technique of Revolution) adlı eseri geldi. Yazar Ekim Devrimi’nin asıl dehasının Troçki olduğunu belirterek bize devrimin pek bilinmeyen yönlerini anlatıyor. Lenin’in stratejik zekasının kapasitesi hakkında hiç kimsenin bir şüphesi yoktu fakat kendisi her zaman geleneksel devrimciliğin tarafındaydı yani sokağa çıkmak, imparatorluk sarayını basmak gibi. Troçki’nin ise dahiyane bir fikri vardı. O modern devletin fonksiyonlarının nasıl işlediğini Lenin’den daha iyi anlamıştı. Devletin gücünün teknik merkezleri (posta ofisleri, telefon ve elektrik santralleri gibi) ele geçirilmeliydi. Lenin binlere ihtiyacı olduğunu Troçki’ye haykırdı fakat o sadece bin kişinin içerisinde işini iyi bilen teknisyenlerin olması şartıyla yeterli olacağını söyledi. İşin ilginç kısmı Kerenskiy de (temmuz ayından itibaren Geçici Hükümet’in başbakanı), ordu da devrimin geldiğinin farkındaydı ama Lenin’in kurguladığı gibi bir devrim bekliyorlardı. Bu yüzden meydanları ve parlamentoyu korumaya odaklandılar. Sonuç Geçici Hükümet için bir felaket olurken Bolşevikler için zaferdi. Ekim Devrimi’nin bu bilinmeyen yönünden günümüz için de çıkarımlar yapılabilir. Çünkü bu günlerde gücün teknik merkezinin adı dijital ağlardır. Toplumun günlük iletişimi, işlevleri dijital ağlar tarafından kontrol edilir ve gücü elinde tutanlar bunun farkındadırlar. Süper bilgisayarların edinimine, hayatın her alanında kendisini dinamik şekillerde gösteren dijital kontrol mekanizmalara doğru evrilen bir silahlanma yarışının içinde oluşumuz da bunun kanıtıdır. Kısacası Malaparte’nin kitabından günümüz solu için çıkarılması gereken ders geleneksel devrimci eğilimlerin bir kenara itilmesi ve post modern devletin nasıl işlediğinin anlaşılmasıdır.

Dünyanın şu anki hali 1900’lerin başındaki Avrupa’ya çok benzemektedir. O dönemde rasyonel iyimserlik sokaklarda cirit atıyor, entelijansiya uzun süren bir barıştan ve muazzam bir ilerlemeden bahsediyordu. Fütüristlerin çok sevdiği, güvendiği hatta idealize ettiği makineleri tarafından Büyük Savaş (1914-1919) sırasında katliamlar yaşanmıştı. Geçmişte bir devrimci, Leninist bir anlayışı benimseyebilirdi belki (devrim olacaksa savaş olsun) fakat bu anlayışın etkinliği daha 1917’de Troçki tarafından sorgulanmıştı. Dolayısıyla geleneksel devrimciliğin günümüzde benimsenmesi, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk ayında Alman makineli tüfeklerine doğru marşlarla, renkli bayraklarla yürüyen kırmızı pantolonlu, mavi ceketli Fransız askerlerinin (bu savaş stiline ‘’élan’’ denmişti. Cesaretli bir saldırının müzik, estetik ve moral tarafından desteklenmesi gerekirdi. Bu fikir yüzyıllarca Fransız askeri doktrinini domine etmişti) hezimetine benzeyebilir. Fakat şurası bir gerçek, dünyanın politik tiyatrosunda solun yeniden bir şansı olacaksa risk almaya hazır olması, cesur bir yol haritası çizmesi gerekiyor. Eski teamüller gözden geçirilmeli ve yeniye uyarlanmalıdır. Başka bir deyişle anayasanın kendisinin ihlali değil onu meydana getiren teamüllerin anayasaya uyarak kırılması gerekmektedir.

 

 

           

Orhan Volkan Taner | Tüm Yazıları
Hits: 3106